• Cumartesi Yazıları
  • Düşler ve Erdemler

    Kılavuzu Don Quijote olanın burnu Cyrano gibi olur.

    Google
     
    Web Düşler ve Erdemler'de
    <$BloSalı, Kasım 08, 2005

    <$Blo

    Oğuz Atay, "Oyunlarla Yaşayanlar" adlı tiyatro eserinde bir başka tutunamayanın öyküsünü anlatıyor. Emekli olduktan sonra çarpıcı bir oyun yazmaya çalışan ve bunda muvaffak olamayan Öğretmen Coşkun'un şahsında Türk aydınının dramına işaret ediyor.

    (Coşkun'un evi. Coşkun, Saffet, Servet, Ümit, Cemile. Coşkun koltukta oturur; ayaklarını bir sandalyeye dayamıştır; dizlerinde yarım bir örtü.)

    COŞKUN: Ben de Saadet Nine'yi çok sevmediğimi sanırdım. Ölüm bile beni yalancı çıkarmak için uğraşıyor. Anlamıyorum. Oyun nerede bitiyor, hayat nerede başlıyor, hiç anlamıyorum. (Cemile hıçkırır.) Hayat nerede bitiyor, ölüm nerede başlıyor? (Pencereye bakar.) Ölümün bize bu kadar yaklaşmasına neden izin veriyoruz anlamıyorum. (Odadakilere döner.) Tedbirlerimizi almalıydık; ölümün bizi böyle en hazırlıksız olduğumuz anda yakalamasını önlemeliydik. (Parmağını sallar.) Bu hepimize bir ihtardır. (Yavaşça kalkar; Saffet oturması için bir işaret yapar; dinlemez. Pencereye yaklaşır; dışarı bakar.) Neden bahçeye bakıyorum, biliyor musun? Ölümü seyrediyorum.
    SAFFET (Coşkun'a yaklaşır): Yeter artık Coşkun; biliyorsun yorulman doğru değil.
    COŞKUN (Saffet'i duymamış gibi): Aynı hatayı bir daha yapmam artık. (Başını sallar.) Artık ölümü gözden kaçırmaya gelmez. (Servet'e döner.) Biliyor musunuz, bazı geleneklerimizi ihmal etmekle nasıl çaresiz durumlara düşüyoruz. (Servet anlamadan bakar.) Canım, mesela şu ölümle içiçe-yaşama geleneğimizi korusaydık böyle gafil avlanır mıydık hiç?
    SERVET (anlamadan): Efendim?
    COŞKUN (ciddi bir sesle, anlatır gibi): Eskiden insanlarımız ölümle yanyana, hatta içiçe yaşarlardı. Eskiden ölüm, küçük mezarlıklarıyla evlerimizin bahçelerine kadar sokulmuştu. Bu durum bir ihmal sonucu doğmamıştı: İnsanlarımız buna, bilerek izin vermişlerdi. Hatta bu konuda ölümü teşvik etmişlerdi bile diyebiliriz. Her sokakta ahretin bir şubesi açılmıştı. Her şey belirli bir düzen içinde yürütülüyordu: Parmaklıklı pencereler, taş duvarlar, bu iş için özel olarak yetiştirilen serviler... ve her biri, temsil ettiği insana benzeyen o güzelim mezar taşları... (Başını sallar.) Hayır, hiçbir şey tesadüfe bırakılmamıştı.
    SAFFET: Neler söylüyorsun Coşkun?
    COŞKUN: Önemli mezarlıkların belirli yan kuruluşlan vardı: Türbeler, sebiller bu ahret kurumlarına daha ciddi bir görünüm veriyordu. Bu tedbirlerin kısa bir sürede yararı görüldü: İnsanlar, ölümün görüntüsüyle böylesine samimi olduklan için, hayatın anlamını bizlerden daha fazla takdir ederek yaşıyorlardı. (İçini çeker.) Bizim sokakta da şöyle iki hanelik şirin bir mezarlık olsaydı... ve her gün işimize giderken kavuklu ya da sarıklı bir mezar taşıyla merhabaIaşsaydık... ve çok ihtiyar bir kadının çok gecikmiş ölümü bizi böyle sarsmasaydı.
    CEMİLE (biraz korkuyla): Sana ne oluyor Coşkun?
    COŞKUN: Kıyıda köşede bir iki küçük mezarlık kaldı tabii... ilkbaharda güneşin unuttuğu kar parçaları gibi. Ama onlar da, ne bileyim, eski eserler filan gibi oldular; bize tesir etmiyorlar artık. (Odadakiler hayretle Coşkun'a bakmaktadır.) Açık hava müzeleri gibi. İnsan dev gibi bir mezar taşının yanından geçiyor da, bana mısın demiyor. Büyük bir aldanış içindeyiz. (Pencereden dışarı bakar.) Biliyor musunuz, ne düşünüyorum? (Odadakilere döner.) Saadet Nine'yi bizim bahçeye gömmeliyiz.

    CEMİLE (korkuyla): Delirdin mi sen?
    COŞKUN: Evet, muhakkak şu kiraz ağacının altına gömmeliyiz. Zaten ağaç çok boy verdi, meyveleri bir işe yaramıyor. Kendi bahçemizde küçük çapta bir özel girişimde bulunmalıyız. (Yapma bir sesle.) Bu alanda da artık özel teşebbüsün sesini duyurmalıyız. Her bahçeye bir mezarlık, ölünüz kadar mezar! Bu işte ben öncülük etmeliyim. (Sesini yükseltir.) Çünkü ben bir zamanlar karımın servetini, bir sürü borçla birlikte, özel teşebbüs mezarlığına gömmüştüm. İflas tabutunda boyumun ölçüsünü almıştım. (Sesi yumuşar.) Saadet Nineciğim, yakınımızda olmalısın, hiçbir şeyin eksikliğini duymamalıyız, eskisi gibi yaşayıp gitmeliyiz.

    (Oğuz Atay, Oyunlarla Yaşayanlar, sayfa:90-92, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004.)

    <$Blo0ents:

    <$BloYorum Gönder