• Cumartesi Yazıları
  • Düşler ve Erdemler

    Kılavuzu Don Quijote olanın burnu Cyrano gibi olur.

    Google
     
    Web Düşler ve Erdemler'de
    <$BloPazartesi, Haziran 27, 2005

    <$Blo

    Bugünkü sabah haberlerinde basın özetleri içinde geçen bu başlık dikkatimi çekti kulak kabarttım. İlginç bir haber. Öte yandan bu yazacağım yazı da benim açımdan çok zor bir yazı olacak. Kelimelerimi çok dikkatle seçmeliyim. Ne demek istediğimi çok iyi ifade etmeliyim yoksa durum çok kötü bir hal alabilir. Korkuyorum. Kimden mi korkuyorum? Atatürkçülerden. Çünkü Atatürk'ü Atatürkçülerden kurtarmalıyız diyeceğim.

    Bu fikre ilk kez birkaç yıl önce İstanbul Tüyap'taki kitap fuarı ziyaretimde ulaşmıştım. Atatürkçü Düşünce Derneği standını görünce... Standın adını tekrar yazayım: Atatürkçü Düşünce Derneği. Bulunduğumuz mekanı tekrar yazayım: Kitap Fuarı. Sözkonusu derneğin kitap fuarındaki standında sadece Atatürk rozeti satılıyordu. Sadece rozet. Bu mudur yani? Bir "düşünce" derneği, rozet de satabilir. Ama sadece rozet satması kanımca, kabul edilemez.

    Bugünkü gazetelerde de Akdeniz Oyunları'nda görev alan Plaj Voleybolu bayan takımımız oyuncularının Amerikalı gazeteciye laiklik dersi verdikleri yazıyordu. Bir de fotoğraf. Kendi doğrularımızı birilerine anlatıp sık sık "dersler" veriyoruz, eminim ki bu dersleri alanlar derin düşüncelere dalıyor, o güne kadar ne büyük yanılgılar içinde olduklarını anlayıp hayıflanıyorlardır. Cumhurbaşkanımız A.N. Sezer de geçen Nato toplantısında Bush'a birkaç ders vermiş, uyarmıştı.

    Plaj voleybolu oynamakla Atatürkçü olunur mu? Ya da Plaj Voleybolü kostümü giyenler Atatürkçülük kriterlerini tam olarak sağlamış "aydın", "ilerici", "laik" insanlar mıdır? Plaj voleybolü kostümü giyeceğimiz güne kadar bizim de Atatürkçü olabilme şansımız var mıdır? Düşünce derneğinin sadece rozet dağıtmasından farklı olmayan bu plaj voleybolü konusuna değinerek laik düzeni yıkmaya mı çalışmaktayım?

    İnsanların plaj voleybolu oynarken giyilen kıyafetleri giymesiyle Atatürkçü olacaklarını düşünen birileri devlet yönetimine gelirse, insanların giyim kuşamlarıyla "yakından" ilgili olan devletimiz, kamusal olan ve olmayan her alanda insanlarımızın plaj voleybolu kıyafetleri dışındaki kıyafetleri giymesini yasaklayabilir.

    İlerleme, Atatürkçülük, ilericilik; giyim kuşam dışında, daha içerik zengini konu başlıklarındaki başarılarla kanıtlanmalı. Biz gazetelerimizi yada televizyonlarımızı açtığımızda "sadece" plaj voleybolü kostümü içindeki kızlarımızın kostümleriyle birlikte anılan bir Atatürkçülüğün işimize yaramayacağını düşünüyoruz. Biraz daha içerik zengini ve ciddi bir Atatürkçülük için; Atatürk'ün rozet ve kostüm "Atatürkçü"lerinden kurtarılması gerekiyor sanırım.


    NOT: Burada , burada ve burada aynı haberle ilgili başka yorumlar da var göz atmalısınız. (edit:01.07.2005)
    <$BloSalı, Haziran 21, 2005

    <$Blo

    Bir roman okurken aniden kahkaha patlattığınız oldu mu hiç? Murat Menteş'in Dublörün Dilemması'nı okurken en azından bir kaç defa karşılaşacağınız bir durum bu.

    Kim bu Whitcomb Judson ?
    Biraz şarlatanlık, iyi kullanılırsa, zekaya da yarar.
    [Giovanni Papini, Başkasının Yerine İntihar Etmek]

    Fonda, Modest Mussorgsky'nin Bir Sergiden Tablolar'ı çalıyordu. İbrahim Kurban'la evimdeki eski koltuklara yayılmıştık. Sanki dilimizi yutmuştuk da üstüne sigara içiyorduk. Çöplük'ün kapısına kilit vurmuştum. Ferruh Ferman olmak, hayatımı tersyüz etmişti: Öksüz ve yetimken, Alzheimerli bir anneye kavuşmuştum. Albino olmamanın tadına varmıştım. Tamam, kekeliyordum ama kimse bu yüzden beni küçümseyemiyordu... Şimdi yeniden Kuzguncuk'taki evimdeydim ve Nuh Tufan'dım işte. İbrahim Kurban'a "Dikkat ettin mi, Ferruh Ferman, Ricardo Darin'e ne çok benziyor... Whitcomb Judson'ı da andırıyor'' dedim.
    "Ricardo Darin, Nueve Reinas'taki Marcos değil mi?''
    "Ta kendisi."
    "Peki, Whitcomb Judson kim?"
    "Whitcomb Judson'ı tanımıyor musun?"
    İbrahim Kurban, olanca serinkanlılığıyla "Hayır, tanımıyorum. Fakat şıkları sayarsan, belki doğru cevabı bulabilİrim."
    "Pekala..." Oturduğum yerde toparlandım ve biraz düşündükten sonra Whitcomb Judson'ın kim olabileceğine dair şıkları hızla sıralamaya koyuldum:
    "a) 1840'larda Eskimo köpekleriyle Rus tazılarını çiftleştirerek lngiliz emniyet teşkilatına büyük faydaları dokunan polis köpeği türünü elde eden bir çavuş.
    "b) 1956 Melbourne Olimpiyatları'nda Macar rakibine kafa atarak havuza kan bulaştıran Yeni Zelandalı su topu oyuncusu.
    "c) 'İnsan, boşa nefes tüketmemeli' diyen jazz trompetçisi. Ölüm döşeğindeyken son nefesini trompete üfleyebilmek için başucundakilerden yardım istediği rivayet olunur.
    "ç) Eski İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher'ı başarısız bir suikast girişimiyle onurlandıran İrlandalı piyanist.
    "d) 1590'da yürürlüğe giren batı tarzı Japon anayasasını hazırlayan kurula başkanlık eden hukukçu.
    "e) 1970'te, Channel 40'de canlı yayında ceketinden bir tabanca çıkarıp kendini vuran haber sunucusu. Elemanın son sözü ''Channel 40, haberleri en hızlı veren kanaldır. Şimdi bir ilke daha tanık olacaksınız...'' olmuştu!
    "f) Entomolojiyi [böcekbilim] politika ve sosyolojiyle harmanlamış bilim adamı. İktidara Yürüyen Böcekler adlı kitabı meşhurdur. Ayrıca, keşfettiği böcek türlerine, akrabalarının isimlerini vermiştir.
    "g) Kanadalı heykeltıraş. Meslektaşı olan ikiz kardeşiyle birlikte, yaşadıkları kasabada ikamet eden herkesin heykelini yapmıştı. Deliler, mahkumlar, özürlüler, bebekler de dahil tam 1039 kişinin heykeli, kasabaya serpiştirilmişti. 1964'te kasaba nüfusu, heykel sayısına eşitti. Kasabanın adı 'Statues Town' [Heykeller Şehri] olarak değiştirildi. Statues Town'daki heykel bolluğu enteresan olaylara yol açmıştı. Kasabada kavgalardan heykeller de nasibini alıyordu. Bir kimse düşmanını kışkırtmak, utandırmak, meraklandırmak, tehdit etmek filan istediğinde, gizlice onun heykelini tahrip ediyordu. Zamanla, kasaba ''Heykel Savaşları'' olarak da bilinen şiddetli çatışmalara sahne oldu. Sanki heykeller birbirleriyle çarpışıyordu. Yörede, 'heykel muhafızlığı' diye kazançlı bir meslek türedi. Sırf, heykeli dikilsin diye bir çok insan kasabaya göç etmişti. Judson kardeşler, göçmenlerin heykelini yapmaya yanaşmayınca, bölgeye heykeltıraşlar da göç etti! Ölülerin büyük bir kısmı, heykelinin başucuna dikilmesini ya da yanına gömülmesini vasiyet ediyordu. Yıllar geçtikçe, çoğu kimse 'Bu heykel artık bana benzemiyor, yenisi yapılsın' diye tutturuyordu...
    "ğ) Sessiz sinema döneminde dört filmde Frankenstein rolünü oynayan aktör.
    "h) Salakların Savaşı ve Budalaların Banşı romanıyla yaygın bir nefret uyandırmış yazar.
    "ı) 1986'da uzay mekiği Challenger infilak ettiğinde içinde bulunan talihsiz astronotlardan biri.
    "i) 1997'de, Papa II. ]ean Paul'ün idrar tahlili sonuçlarını yayınlayarak, dini bütün Hıristiyanların sokaklara dökülmesine sebep olan gazeteci.
    "j) Şiirlerinden ziyade, atalarından miras kalan ve zenginleştirmek için elinden geleni yaptığı kepçe koleksiyonuyla tanınan Galli bir şair.
    "k) 17. yüzyılda, Britanya'da görülen büyücülük ve cadılık davalarına bakan ünlü bir yargıç."l) Birkaç gün önce Belfast'ta vaşak çişi içerek ayin yaparken yakalanan bir satanist tarikat cemaatinin şefi.
    "m) Amerikalı kan verme rekortmeni. Hayatı boyunca 499,5 litre kan vermiştir. 1959'da bıçaklanarak öldürülmeseydi, 500 litreyi aşması işten bile değildi. Vicdansızlar, altın yumurtlayan tavuğu 'kesmişler' !
    "n) Buzdağlarını bombalayarak talim yapan Eskimo savaş pilotu.
    "o) Mississippi'nin Periloushill bölgesindeki ormanda, yılda bir kez düzenlenen ve yalnızca kör jokeylerin katılabildiği geleneksel at yarışlarında üst üste 13 sene (her defasında bir başka atın sırtında) birinci gelen şampiyon.
    "ö) Mattel adlı firmayı dava ederek 1 milyon dolar tazminat kazanan aile reisi. Bay Judson, küçük kızı Judy'e, Mattel'in yemek yiyen oyuncak bebeklerinden satın almıştı. Bebek, ağzına değdirilen plastik cipsleri filan ısırarak koparıyor ve çiğneyip yutuyordu. Küçük Judy; televizyon seyrederken içi geçen babasını uyandırmaya çalışırken bebekle dürtmüş, bebek de adamcağızın burnunu kapmıştı!"
    p) Kedilerden nefret eden besteci. Öyle ki, evinin penceresinden komşularının kedilerine yay gerip ok atardı! Kraliyet orkestrası onun bestelerini repertuara almadı. Çünkü kediler majestenin aklını çelmişti.
    "r) 1490'da Fransa kıyılarına akınlar düzenleyen Osmanlı donanmasının başındaki Piri Reis'in tayfalarından biri suda bir potkal buldu. Şişeyi kınp içindeki kağıdı okudu: 'Gemi yanıyor! Ve biz ruhlanmızı Tanrı'ya emanet ediyoruz!.. Binbaşı Whitcomb ]udson -1488, Biscayne Körfezi.'
    "s) 1913'te ilk 'kare bulmaca'yı düzenleyen tembel muhabir. Kısa zamanda tüm Avrupa ve Amerika'yı saran bulmaca çılgınlığı, sözlük satışlarının patlamasına yol açmıştı.
    "ş) XVI. yüzyıl Avrupa'sının en uzun sakallı adamı olarak tanınan mimar. Elinde bir şamdanla merdivenden inerken sakalına takılıp yuvarlandı ve öldü. Şamdandaki mumlar sakalını tutuşturduğu için, tabuta parlak bir suratla girdi.
    "t) Uçak taşıyan denizaltının mucidi.
    "u) Charles Darwin'in kuzeni. İdam mahkumlannı asmakta kullanılacak ipin ideal uzunluğu ve kalınlığını hesaplamış, konuyla ilgili bir broşür yayımlamıştır.
    "ü) 32 sene boyunca hastalarının ağzından söktüğü 28 bin çürük dişi biriktiren diş hekimi. Bu dişleri, ağız sağlığının önemini vurgulamak amacıyla sergilemişti.
    "v) Geliofobi [gülme korkusu], koulrofobi [palyaçodan korkma] ve haptofobiden [dokunulmaktan korkma] mustarip stand-up'çı.
    "y) ABD'de hayvanlar arası spor müsabakalan düzenleyen organizatör. Her yıl Ekim'in ilk 4 günü yapılan müsabakalarda 300 kadar hayvan atletizm, jimnastik, yüksek atlama, halat çekme, direğe tırmanma, buz pateni, su balesi,voleybol, basketbol ve futbol dallannda yanşıyor. Fil, at,keçi, domuz, leopar, ayı, maymun, köpek, devekuşu ve leyleklerin katıldığı oyunların açılışında geçen yıl ABD bayrağı bir papağan tarafından göndere çekilmişti.
    "z) 1934 Mayıs'ında Polly Hamilton adlı garson kızın tanışıp ilişki kurduğu yakışıklı. Polly ile Whitcomb'un birlikteliği 22 Temmuz akşamına kadar sürdü. Çünkü, aşıklar sinemadan çıkarken, genç adam polisler tarafından kurşunlandı. Whitcomb Judson diye biri gerçekte yoktu. Adamımız, FBI tarafından bir numaralı halk düşmanı ilan edilen, yüzlerce silahlı soygun yapmış gangster John Dillinger'dan başkası değildi! Polly'e kendini Whitcomb Judson olarak tanıtmıştı! ,,

    İbrahim Kurban tatlı bir yorgunlukla sordu: "Yani, Whitcomb Judson diye biri yok mu?"
    "Var tabii ki. "
    "Kimmiş?"
    "Şıklardan birini seçmeyecek misin?"
    "Şovunla beni etkiledin. Artık gerçeği duymak hakkım."
    "Whitcomb Judson, fermuarın mucidi. 21 Eylül 1922'de öldüğünde, Chicago'da bütün fermuarlar yarıya indirilmiş."

    İbrahim Kurban samimi bir ifadeyle gülümsüyordu.

    (Murat Menteş, Dublörün Dilemması, İletişim Yayınları, 2005, sayfa: 77-81)

    <$BloPazartesi, Haziran 20, 2005

    <$Blo


    THE MATURE ARCHETYPES AND THEIR SHADOW POLES,
    ACTIVE AND PASSIVE

    The KING ARCHETYPE

    The MATURE KING
    · the "central archetype"
    · orders the "realm", defines its vision and boundaries provides generativity, fertility, and blessing
    · "father" energy - guides, affirms, empowers, mentors others
    · generous, expansive - selfless service to the realm
    · - wisdom & authority figure who accepts the Source of his power

    The TYRANT USURPER - ACTIVE POLE of the SHADOW KING
    a.. abuses the realm; takes rather than gives
    b.. does not create but destroys
    c.. lacks inner structure; fears own weakness and lack of potency
    d.. easily threatened; oversensitive to criticism
    e.. flies into rages; pouts to manipulate
    f.. needs to be special; the center of attention
    g.. refuses to delegate; controls, degrades, smothers others
    h.. dictates rather than leads

    The WEAKLING ABDICATOR - PASSIVE POLE of the SHADOW KING
    a.. abdicates his authority; easily bullied and controlled
    b.. no vision or direction for the realm; no personal power
    c.. sense of worthlessness, vulnerability; can't face hardship
    d.. lacks centeredness, calm, and security within himself
    e.. feels unloved or unloveable; craves approval from others
    f.. - slothful; lethargic

    The WARRIOR ARCHETYPE

    The MATURE WARRIOR
    a.. decisive action; focused mind and body
    b.. clarity of thinking; strategist and technician
    c.. courageous; a healthy aggressiveness
    d.. loyal to a transpersonal cause; necessary emotional detachment
    e.. healthy asceticism; willingness to sacrifice for the cause
    f.. discerning; razor-sharp evaluation of situations
    g.. enormous self-discipline; inner and outer control
    h.. accurately assesses his capacities and limitations
    i.. - vigorous energy

    The SADIST - ACTIVE POLE of the SHADOW WARRIOR
    a.. cruelty; hatred of the helpless & vulnerable (his own hidden masochist)
    b.. violent emotionalism; adolescent insecurity
    c.. defiant, impatient, intimidating, unpredictable
    d.. needs always to win; ignores or pushes boundaries of others
    a.. - rebuffs criticism or advice; rebellious toward authority

    The MASOCHIST - PASSIVE POLE of the SHADOW WARRIOR
    a.. weak boundaries; takes too much abuse for too long
    b.. cowardly; pushover, "whipped dog"
    c.. projects Warrior onto others; experiences himself as powerless
    d.. no passion or vigor; undisciplined, unprepared
    e.. avoids conflict and pain; people pleaser
    a.. - overcommits; can't complete tasks

    The MAGICIAN ARCHETYPE

    The MATURE MAGICIAN
    a.. the knower: archetype of awareness and insight
    b.. channeler of power; regulator of life functions of the psyche
    c.. lives from his center; stable, not easily pushed around
    d.. necessarily introverted; capacity to detach and live out of inner truths and resources
    e.. master of technology and of nature
    f.. the ritual elder, the shaman - initiates into hidden knowledge
    a.. - capacity to think but not to act

    The DETACHED MANIPULATOR - Active pole of the SHADOW MAGICIAN
    a.. uses his knowledge to control and belittle, to bolster status and wealth at other's expense
    b.. devious; hidden agendas; witholds information
    c.. cruel, arrogant, condescending, cynical, suspicious, aloof
    d.. isolated voyeur: thinks too much to live his own life
    e.. cut off from his own soul

    The DENYING "INNOCENT" ONE - PASSIVE POLE of the SHADOW MAGICIAN
    a.. no energy; depressive, envious of those who live & act fully
    b.. in denial of his own anger and manipulativeness
    c.. paranoid; projects his shadow onto others
    d.. feigned naivete'; presents himself as completely harmless
    e.. "appears" to lack power drive; others have the power & knowledge
    f.. can't find sacred space and time within himself
    g.. fears abandonment; needs to please others

    The LOVER ARCHETYPE

    The MATURE LOVER
    a.. archetype of the passion and sweetness of life
    b.. celebration of life; play and display
    c.. deeply sensual; healthy sexual awareness
    d.. contemplative: compassionate, empathetic union with all life
    e.. capacity for both joy & pain; sensitive to inner & outer worlds
    f.. aesthetic consciousness; capacity for imaging & visioning
    g.. sees and feels into the heart of others
    a.. wants to touch and be touched by everything

    The ADDICTED LOVER - ACTIVE POLE of the SHADOW LOVER
    a.. opposed to all boundaries; lives for pleasure of the moment
    b.. possessed by the unconscious; lost in ocean of the senses
    c.. unconsciously identifies with God as Lover; refuses merely human happiness
    d.. can't detach from feelings; victim of his own sensitivity
    e.. no center; inner fragmentation
    f.. eternally restless; compulsive search for "orgasm without end"
    g.. idolater; caught in the "myriad forms", he can't find the One
    h.. fears abandonment

    The IMPOTENT LOVER - PASSIVE POLE of the SHADOW LOVER
    a.. depressive; lack of enthusiasm, joy, zest for life
    b.. no "vision", no spiritual connection
    c.. bored, listless; feels only sterility & flatness
    d.. cut off from his feelings; alienated from himself & others
    e.. lack of appetite for anything; sexual inactivity, emasculation
    f.. no ability to play, to have fun
    g.. guilty, easily shamed

    Bu tablo Robert Moore & Douglas Gillette'in; "King, Warrior, Magician, Lover; Rediscovering the Archetypes of the Mature Masculine" ve "The King Within", "The Warrior Within", "The Magician Within", "The Lover Within" adlı kitaplarından, ayrıca Jim Warner'ın "Aspirations of Greatness, Mapping the Midlife Leader's Reconnection to Self and Soul" adlı kitaplarından faydalanılarak oluşturulmuştur. Moore ve Gillette'nin kitabı "Kral, Savaşçı, Büyücü, Aşık; Olgun Erkeklik Arketipleri Yeniden Keşfediliyor" Sistem Yayınları'ndan sınırlı sayıda baskı yapmış, sonra sırra kadem basarak tozlu sahaf raflarında şanslı okuyucularını bekler hale gelmiştir.
    <$BloCumartesi, Haziran 18, 2005

    <$Blo

    Yazının ilk bölümü
    burada

    Gen Çevreye Karşı
    Ruhsal hastalıklar tartışmasında kolayca düşülen yapay nitelikli diğer bir ikilik, çevrenin mi yoksa genlerin mi neden olduğudur. Aslında bu, diğerleriyle bağlantılı bir ikiliktir.
    Genlerin neden olduğu bir durumsa fizikseldir, biyolojiktir yani “gerçek” bir hastalıktır; daha az yaftalanır çünkü insanın elinde değildir.


    Çevresel nitelikli ise, zihinseldir, ruhsaldır; daha az gerçektir, kolayca eleştirilir hatta ahlaki bir zayıflıkla bile ilişkilendirilebilir; üstesinden gelinememesi beceri eksikliğidir.
    Ruhsal hastalıkların da içinde olduğu çoğu hastalık, genetik ve çevresel etmenlerin bir arada etkileşmesi sonucu ortaya çıkmaktadır.

    Şizofreni ve otizm gibi hastalıklar kısmen genlere, ancak aynı zamanda genetik olmayan etkenlere bağlı olarak oluşan hastalıklardır. Duygudurum ve anksiyete bozuklukları gibi diğer hastalıklarda ise, stres ve yaşam olayları önemli role sahip olduğundan, çevresel etmenler açısından bir denge hali söz konusudur.

    Genler “çevre”nin etkisi altındadır ve çevre etkisiyle davranışları değişebilmektedir. Genetik kod, çoğu insanın sandığı üzere tek başına belirleyiciliği olan bir diktatör olmayıp genin taşıdığı bilgiler durağan ve değişmezlik özelliği taşıyan bilgiler değildir. Üstelik kendi “çevresinden” gelen uyarılara ya da “genetik olmayan” yaşantılara tepki verirler.

    Beyin
    Zihnin dinamik orkestrası

    Bizi insanoğlu diye tanımlayan şeyin esası beyindir. Yapısını, nasıl çalıştığını anlamak aslında kendimizi anlamaktır. Her birimizin, sadece bize ait olmak üzere, bize bağışlanmış ve özellikli becerilere sahip bir beynimiz var; öğrenme ve üretme yoluyla zenginleştirebileceğimiz gibi, sağlıksız yaşam alışkanlıkları ve entellektüel olmayan eylemlilikle boşa da harcayabiliriz.

    Beyin: Temel Bilgiler
    İnsan beyni bir mühendislik şaheseridir. Yaşadığımız sürece omuzlarımızın üzerinde taşıdığımız, az yer kaplayan, özlü, güçlü ve sürekli değişebilen, güncelleyebilen, milyarlarca bilgiyi aynı anda işleyebilme becerisine sahip yaşayan bir “bilgisayar”dır.

    İnsan beyni üç tip dokudan oluşmuştur: Gri cevher, beyaz cevher ve beyin-omurilik sıvısı (BOS).

    1) Gri cevhere bu adın verilme nedeni, sinir hücreleri gövdelerinin yoğun ve sıkışmış bir biçimde bir arada bulunmasından dolayı rengin koyuluğudur.

    Sinir hücresinin gövdesi, beynimizdeki temel “emir işlevleri”nden sorumludur. Bu hücrelerden beynimizde yaklaşık 10¹¹ tane bulunmaktadır. Sinir hücresi gövdesi ufak, çok dallı uzantılarla (‘dendrit’ ya da ağaç dalları denir) kuşatılmış olup, bir yandan kısa mesafede sinir hücrelerinin birbirleriyle konuşmasını sağlarken bir yandan da sayılamayacak çoklukta ileti alırlar.

    Sinir hücrelerinin en yoğun bulunduğu yer beyin yüzeyi olup bu yoğunluk, beyin sanki bir kabukla kaplanmış görüntüsü verir. Zaten bu dış kısım ‘beyin kabuğu’ (serebral korteks) adını almaktadır.

    2) Beyaz cevher “beyaz” adını, gri cevherden daha açık renkte olduğu için alır. Sinir hücreleri, birbirleriyle, hücreden çıkan ve ‘akson’ adı verilen ‘uzun teller’ aracılığıyla haberleşirler. Beyaz cevher hastalıkları sinir hücrelerinin birbirleriyle konuşmasını sağlayan “telleri kesen” hastalıklardır.

    3) Beyin Omurilik Sıvısı (BOS): Beyin hem içeride hem dışarıda BOS içinde yüzmektedir. Sağlıklı ve genç beyinlerdeki BOS miktarı gerek yüzeyde gerekse karıncıklarda az miktardadır. Beyin hasarının ya da yıkımının olup olmadığını anlamak üzere, bir yöntem olarak, uzun yıllar boyunca beynin içinde ve yüzeyindeki sıvının ölçülmesi esas alınmıştır. Karıncıklar genişleyip, beyin yüzeyindeki BOS artması, beyindeki dokuların azaldığı ve bazı şeylerin yolunda gitmediği anlamına gelmekteydi. Çünkü doku kaybı arttıkça yerini dolduran sıvının miktarı da artmaktaydı.

    Beynin yüzeyi, ulaşılan olgunluğu, insan zihninin “en gelişmiş” olduğunu yansıtacak biçimde kıvrımlıdır. Başka canlılarla kıyasladığımızda insandaki kıvrımlaşma çok daha yoğundur. Örneğin tavşanların beyni neredeyse dümdüzdür.

    Beynimizin kırışmışlığı, kıvrımlı hali, mühendislik tekniği açısından doğanın getirdiği bir çözümdür: Alman sinirbilimcisi Karl Zilles ‘kıvrımlaşma ölçüsü’ (gyrification index; GI) adını verdiği bir yöntemle bunu ölçmüştür.

    GI ölçümü, insan beyninin gelişiminin çok yavaş seyrettiğine işaret etmektedir. Doğumla birlikte başlayarak çocukluk ve ergenlik boyunca bu gelişim sürer ve yirmili yaşların başlarında tamamlanır. Cenin altı aylıkken insan beyni düzdür. İnsan beyni olgunlaşırken GI değişimini sürdürür, yirmili yaşlarda normal erişkin düzeyine ulaşır.

    (devam edecek)

    <$BloPerşembe, Haziran 16, 2005

    <$Blo

    Bostan ve Gülistan eski dünyanın en önemli klasiklerindendir. Akdeniz'in doğusu insanlık tarihi düşünülecek olursa, yakın bir zamana kadar bütün insan uygarlığının merkeziydi. Düşler de Erdemler de Akdeniz'in doğusundaydı. Bugün eski dünyanın erdemlerini hatırlamaya ihtiyacımız var galiba... Bakış açısındaki farkı farketmeye çalışın:

    Mısır’ı İdare Eden Köle

    Mısır memleketi eline geçtiği zaman Harunreşid:

    Mısır saltanatının gururu ile Tanrılık davasına kalkan o azgının(1) inadına, bu memleketi kölelerimden en kötüsüne vereyim!” dedi.

    Huseyb(2) adında ahmak bir zenci kölesi vardı. Mı­sır sultanlığını ona lâyık gördü. Anlattıklarına göre bu­nun aklı ve dirayeti o durumdaydı ki, bir gün Mısır'ın çiftçi takımı:

    Nil kenarına pamuk ekmiştik. Vakitsiz yağmur geldi, hepsi telef oldu!” diye yakınmaya geldikleri za­man

    Yün ekeydiniz!” cevabını vermişti. Bunu bir bilge işitti, dedi ki:

    Rızk(3) eğer bilgi ile artsaydı; cahilden daha zor geçinen olmazdı... Tanrı cahillere, bir kısmet verir ki, yüz tane bilgin hayrette kalır.Devlet ve saadet iş bilmekle değil, ancak Tanrı’nın inayetiyle(4) elde edilir: Dünyada idraksiz kimsenin itibarlı, akıllı kimsenin zelil olduğu çok görülmüştür. Simyacı(5) meşakkatle, gam içinde ölmüş, aptal harabede hazine bulmuştur

    1-Burada Firavun kastediliyor.
    2-Defrémery bunu Hasib diye kabul ediyor ve Reinaud’nun şu sözlerini naklediyor: “ElHasib Harunreşid zamanında Mısır maliyesini idare ediyordu. Cömertliği sayesinde büyük şöhret sahibi oldu. Şairler onun iyiliklerini övdüler”
    3-Rızk: Rızık, gıda, geçinmeye yarayan para, maddi ihtiyaçlar.
    4-Tanrı’nın yardımıyla
    5-
    Değersiz madenleri altına çevirme sanatı.

    <$BloPazartesi, Haziran 13, 2005

    <$Blo


    - Yorumsuz - Posted by Hello

    <$Blo

    Pink Floyd isminin kullanımı konusunda mahkemelik olan iki müzisyen Afrika'ya yardım için bir konserde bir araya gelecekmiş. Grup, önümüzdeki ay Londra'da yapılacak ve açlıkla mücadeleye dikkat çekmeyi amaçlayan Live-Eight konserinde sahne alacak.


    Grup açlıkla mücadele için yeniden bir arada Posted by Hello

    Grubun kurucusu Roger Waters, çeşitli anlaşmazlıklar sonrası 1981'de Pink Floyd'dan ayrılmıştı. Gitarist David Gilmour ise geçmişteki kavgalarının, açlıkla yüzyüze uluslar olduğu düşünüldüğünde, önemsiz olduğunu söyledi.

    2 Temmuz'da Hyde Park'da yapılacak konserde Pink Floyd üyeleri Roger Waters, Dave Gilmour, Nick Mason ve Richard Wright birlikte sahne alacak. Bu dörtlü son konserlerini 1981'de yine Londra'da vermişti.

    Ünlü rock yıldızı Bob Geldof'un organize ettiği Live 8 konserleriyse beş şehirde yapılacak. Londra dışında konser düzenlenecek şehirler ise; Paris, Berlin, Roma ve Philadelphia. Konserlerin amacı, sanayileşmiş ülkelerin liderlerini İskoçya'da buluşturacak G8 zirvesi öncesi, Afrika'da açlıkla mücadeleye yardımcı olmak.
    Haberin devamı

    Remember when you were young,
    You shone like the sun.
    Shine on you crazy diamond.
    Now there's a look in your eyes,
    Like black holes in the sky.
    Shine on you crazy diamond.
    You were caught on the crossfire
    Of childhood and stardom,
    Blown on the steel breeze.
    Come on you target for faraway laughter,
    Come on you stranger, you legend, you martyr, and shine!
    <$BloCumartesi, Haziran 11, 2005

    <$Blo


    R.Repliee Q1 Posted by Hello

    Isaac Asimov'u tanıyanlar robotlar konusunda daha tecrübelidir. Bu çok verimli bilimkurgu ve popüler bilim yazarı bizleri insan-benzeri robotlarla tanıştırmıştı. Uzun boyu, kızıla yakın rengiyle geriye doğru taranmış saçları, çıkık elmacık kemikleri ile R.Daneel Olivaw'ı hatırlamayan bir Asimov okuru var mıdır acaba? Ya da Elijah Bailey'nin "önce o yetişti" diye düşündüğü ama bir türlü söyleyemediği R.Giskard Reventlov'u?

    National Geographic'in haberine göre Japonyada insan benzeri robot, 2005 World Expo'da sahneye çıktı. Konuyla ilgili haber (ingilizce). Burada da Robotlar ve Sinema.


    Üç Robot Kuralı:
    1- A robot may not injure a human being, or, through inaction, allow a human being to come to harm.

    (Bir robot, bir insana zarar veremez yada harekete geçmeyerek zarar görmesine izin veremez.)
    2- A robot must obey the orders given it by human beings except where such orders would conflict with the First Law.

    (Bir robot, bir insan tarafından verilen emirlere uymak zorundadır, 1.kuralla çelişmedikleri sürece...)
    3- A robot must protect its own existence as long as such protection does not conflict with the First or Second Law.

    (Bir robot kendi varlığını korumalıdır, 1. ve 2. kuralla çelişmedikleri sürece...)

    Asimov romanlarında robot karakterler, insanlar tarafından, isim karışıklığı olmasın diye adlarının başlarına R. harfi ilave edilmiş olarak anlatılır. Pekala R.Tayyip Erdoğan'a ne diyeceksiniz? :)

    <$BloCuma, Haziran 10, 2005

    <$Blo

    "Ağ" üzerinde geliştirilen sinema filmi projesi oyuncularını yine Ağ üzerinde seçiyor. İsterseniz kendi adayınızı önerebiliyor, hatta "ben oynamak istiyorum!" bile diyebiliyorsunuz. Projenin ana karakteri Aslı için oylama süreci başlamış durumda. Zamanla diğer karakterler için de oylama başlayacak.
    Sinopsisi okuyup, karakterler hakkında bilgi edindikten sonra oylamaya katılmanız öneriliyor. Projeyi incelemek ve oylamaya katılmak için www.mahkum.net adresini ziyaret edebilirsiniz. İnterneti ve gelecekteki dünyayı daha iyi anlamak için çok iyi bir örnek. Projenin öyküsü üzerinde de tartışmaya katılmak mümkün.

    <$Blo

    CESUR YENİ BEYİN; Genom Çağındaki Fetih: Ruh Hastalıkları,
    yazarlığını Nancy C. ANDREASEN'in yaptığı adını Aldous Huxley'in meşhur (Brave New World) Cesur Yeni Dünya'dan alan bir kitap. Okunulası bir kitap. Elimde Halit Yıldırım'ın derlediği kitap üzerine notlar var, paylaşıyorum efendim. Don Quijote.

    Cesur Yeni Beyin-Ruhsal Hastalığın Yükü
    Yapıt, insan bedeninin mirasçısı olduğu, beyinde doğup zihin aracılığıyla ifade bulan bir grup hastalığı (ruhsal hastalıklar) anlatmakta ve bu hastalıkların ortaya çıktığı insanları, onların ıstırabını paylaşan akraba ve dostlarını, tedavileri ile uğraşan doktorları ve hastalığın nedenlerini -dolayısıyla- bulunabilecek en uygun tedavileri araştıran bilim adamlarını söz konusu etmektedir.
    Ciddi bir hastalıkla karşılaşmak bizi duygusal açıdan yükler ve korkutur. Eşduyum (empati) ya da içebakış becerisine sahip olanlarımız için bunun anlamı, bizim de savunmasız olduğumuz, bizim ya da sevdiklerimizin aynı kaderi paylaşabileceğimizdir.


    İnsanlığı etkileyen hastalıklar arasında en yaygın alanlarından biri de ruhsal hastalıklardır. En önemlilerini sıralarsak: Şizofreni nüfusun %1’ini, mani-depresyon başka bir %1’ini, majör depresyon diğer bir %10-20’sini ve Alzheimer hastalığı ise yaşı 65’in üzerindeki nüfusun %15’ini etkilemektedir.

    Sorulsa, çoğu insan maliyeti en yüksek olanlarının kanser veya kalp hastalığı olduğunu söyleyecektir. Yanlış! Ruhsal hastalıkların maliyeti herhangi bir grup hastalığın çok üstündedir. Ruhsal hastalığın maliyeti sadece ekonomik değildir. Psikolojik açıdan maliyeti daha da acımasız olup sonuç –ne yazık ki- sıklıkla ölümcüldür. Şizofreni hastalarının %10’unda, depresyon vakalarının gene %10’unda intihar bildirilmiştir.

    Modern tıp, soluğumuz bittiğinde ya da yüreğimiz durduğunda ölmediğimizi söylüyor; beynimiz öldüğünde ölmüş oluyoruz, yani sinir hücrelerimizin ateşlemesiyle oluşan elektriksel akımlar sona erdiğinde.

    Şu an biyomedikal araştırmanın altın çağını yaşamaktayız. Bilim ve tıp tarihindeki çok önemli iki çalışmanın içindeyiz: İnsan beyninin ve insan genomunun haritasını çıkarmaktayız. Her ikisi de ürkütücü, insanın başarısızlık korkusunu artıran yükümlülüklerdir. İnsan beyninin milyarlarca sinir hücresi (nöron) vardır, yaklaşık 10¹² olarak hesaplanmıştır. İnsan genomundaki gen sayısı daha azdır; yaklaşık 80.000.

    Bozuk Beyinler, Karışık Zihinler. Yapay İkilemlerin Yol Açtığı Körleşme
    İnsan beyni, büyük bir senfoniyi sürekli çalmakta olan büyük bir orkestra gibi işlemektedir. Herhangi bir ayrıntıyı ya da gruplandırılmış ayrıntıları göstererek bu ‘orkestradır’ ya da ‘senfonidir’ diyebilecek durumda değilizdir. Kemanlar, viyolalar, viyolonseller, obualar, klarnetler, kornolar hep birlikte son derece zengin bir parçayı hep birlikte çalmaktadırlar. Doğru zamanda trompetler katılır, zilin vuruşu, davulun kadansı hep o doğru anda olmaktadır. Çalınan temalar tekrarlanırken bütünlük asla bozulmaz. Duygusal renklenme iniş çıkışlar ve parıldayışlar halindedir. Bizlerde, hepimizde, her an ve hep varolan zihinsel aktivite süreci hepimizi ya mucize haline getirmekte ya da olağanlaştırmaktadır. Her birimiz–her beyin/zihin-sadece kapsamlı bir senfoniyi çalmakla kalmayız, aynı anda bir yandan besteler bir yandan da yönetiriz.

    Zihnin rehberliğinde yaşamın içine doğru yönlendiğimizde, nereden geldik, neredeyiz, nereye gideceğiz gibi sorulara yanıt ararken, iki temel yaklaşımımız vardır: Birisi analiz, diğeri ise sentezdir.

    Analiz, güçlü bir araçtır. Biz insanlar açık bilinçle analiz yapabilen tek canlı türüyüz. Analizi ‘şeylerin’ yapısını ve bu yapıya katılan unsurları görmek için kullanırız. Ne denli çok analiz edersek o denli anladığımızı hissederiz. Analiz ettiğimiz sürece denetleyebildiğimizi düşünürüz. Megabaytların, milimetrelerin, binlerin gerçek bir anlam taşımadıklarını ve bizim keşfimiz olduğunu unutuveririz. Her şeyi anlayabilmek adına o denli yoğun uğraşırız ki, sonunda bir şey anlamadığımız ortaya çıkar. O kadar çok ve o kadar iyi analiz ederiz ki, şeyleri parçalarına ayırırken, onların yaşamsal özünü ve anlamını da bozabiliriz.

    Sentez, karşı yaklaşımdır. Pek sık kullandığımız söylenemez. Sentez, parçaları yerine koymak suretiyle nesnenin bütünlüğünün onarılmasıdır. Sentetik düşünce becerisi kazanmamız demek –ki bu, analitik düşünceden daha zordur- nesneleri olduğu gibi görebilmemiz anlamına gelmektedir. Sentez, nesneleri sınırlardan bölümlemelerden ve engellerden bağımsız bir halde, doğal dünyada var oldukları haliyle, kutsal bir yaratıcının yarattığı biçimiyle görmek demektir. Ozanın dediği gibi, ‘dansı bilmemiz dansçıyı bildiğimiz’ anlamına gelmez. Ve bazen parçalar yerine, bütüne hak ettiği değeri vermek zorundayız.

    Zihin Beyin’e Karşı
    Zihin ve beyin arasındaki fark, kullandığımız gündelik dilde gömülü biçimde mevcuttur. ‘Beyin’ bedensel bir organken ‘zihin’ soyut bir kavramdır. Dokunulabilir olmadığı için zihin çoğu kez daha az ‘gerçek’ olarak kabul edilir. Öte yandan, sadece ‘bedensel’ olduğu için beyin, bazen daha az ilgi çekici ve daha az önemli görülür. Ancak, dans edenle dans nasıl ayrılmazsa, beyinle zihin de o denli ayrılmazdır.

    Zihin dediğimiz şey, beyinde moleküler, hücresel ve anatomik düzeyde ortaya çıkan eylemliliğin ürünüdür.

    Şizofreni, manik-depresif hastalık, muhtelif bunamalar ve anksiyete bozukluklarının çoğu gerek nörobilimin gerekse moleküler biyolojinin modern araçlarıyla araştırılmakta olup, ‘fiziksel’ bir nedenin veya unsurun rol oynayabileceği gösterilmiştir.

    Ruhsal hastalıklarda zihnin önemini yadsımak ya da azımsamak bu hastalıkların yanlış anlaşılması ve yanlış tedavi edilmesinin sağlama bağlanması anlamına gelmektedir.
    Kısaca, ruhsal hastalık dediğimiz zaman, tümleşik bir biçimde beyin/zihin hastalığını anlamalıyız. Beyinsiz biçimde zihne yönelmek ne ise, zihinsiz biçimde beyne yönelmek de aynı şeydir.

    İlaçlar Psikoterapiye Karşı
    Ruhsal hastalığı “beyin hastalıkları” ve “zihin hastalıkları” diye bölmek (bazen biyolojik” ve “psikolojik” olarak da kullanılmaktadır) başka bir yapay ikileme kapı açmaktadır. Bu ikilem, ruhsal hastalıkların nasıl tedavi edileceği tartışmasında sıklıkla karışıklığa yol açmaktadır.

    İlk sorun, temel önermede yatmaktadır. Bu, zihin beyin karşıtlığını içeren ikiliktir. Zihin beyin karşıtlığı (ya da zihinsel olanla bedensel olan, biyolojik olanla psikolojik olan da denilebilir) kökü derinlerde olan bir ikiliktir.

    İkinci bir sorun, başka hastalıklarda kullanmayıp ruhsal hastalıklarda kullandığımız ve sadece ruhsal hastalıklar tedavisinde geçerliliği olan aşırı yalınlaştırmadır. Kişinin diyabeti varsa, ‘bu insan sadece ilaç mı kullanmalı yoksa aynı zamanda danışmanlık alıp sağlıklı bir yaşam biçimini sürdürmeli mi?’ sorusunu asla sormayız. Psikososyal destek özellikle diyabeti olan genç insanlarda gereklidir; düzenli olarak yapılan insülin iğneleri, arkadaşlarının yutarcasına yediklerinden çok az tüketilebilmesi, sık ve düzenli yenilen yemekler, fiziksel hastalığın kabulü anlamına gelmektedir.
    Üçüncü sorun, ilaçların zihni, psikoterapinin beyni etkilediğini bilme eksikliğinden kaynaklanmaktadır. İlaçların zihni olduğu kadar beyni de etkilediği, çoğu insanın bildiği bir şeydir. Bilmiyorsa, alerji için ya da ağrı gidermek üzere verilen ilaç şişelerinin üzerine devlet zoruyla yazılmış olan “bu ilaçlar müsekkin etkili olduğundan araba veya makine kullanmak tehlikelidir” ibaresi öğretir.

    Geçtiğimiz elli yıl içinde yaşadığımız en önemli erişimlerinden biri de, üç grup ruh hastalığında, belirtileri giderebilen ya da azaltan etkili ilaçların geliştirilmesi olmuştur. Bu hastalıklar, şizofreni, duygudurum bozuklukları ve anksiyete bozukluklarıdır.

    Zihnin tedavisinde psikoterapinin kullanılması tercihinde görünür bir yanlış yoktur. Sorun, psikoterapinin kullanımında değil, etkisinin hem zihinsel hem de fiziksel olduğunun bilinmemesindedir. Psikoterapi, hem beyne hem de zihne etkilidir. Aslında beynin nasıl çalıştığını ve yaşantıya tepki olarak nasıl değiştiğini öğrendikçe, psikoterapinin, sinir hücreleri arasındaki bağlantı ve iletişime dayanan “beyin işlevleri” üzerindeki etkisi sonucu, duygu ve bellek gibi “zihin işlevlerini” değiştirdiğini anlıyoruz.

    Nörobilimin altın çağını sürmekte olduğumuz günümüzde nasıl öğrenebildiğimizi, beynin bilgiyi toplayıp gerektiğinde çağırmak üzere kendi yapısını ve kimyasını nasıl değiştirebildiğini, duygusal yüklülüğü olan uyaranlara nasıl yanıt verdiğini ve hep değişmekte olan bir dünyaya nasıl uyum sağladığını öğreniyoruz.

    Psikoterapinin esası, insanlara duygu, düşünce ve davranışlarını değiştirmek üzere yardımda bulunmaktır.

    Psikoterapi sadece bir “konuşma” olarak görülüp küçümsenmiş ve karalanmıştır. İlacın kullanımı ne kadar ‘biyolojik’ ise psikoterapinin kullanımı da kendine özgü etki biçimiyle o denli biyolojiktir.
    1950’li yıllarda psikoz, depresyon ve anksiyete, psikoaktif ilaçlarla tedavi edilmeye başlandığında aralarında ruh hekimlerinin de bulunduğu çoğu insan, sorunun “köküne” inmesi açısından psikoterapinin “daha iyi” olduğunu tartışmaktaydı.

    1980’lere gelindiğinde, ruh hekimlerinin neredeyse tamamına yakını ve bir kısım psikolog, ruhsal hastalıkların tedavisinde ilaçların taşıdığı önem konusunda fikir birliği içindeydiler.
    2001 yılı ve sonraki yıllar için tartışılan konular ise, her hastalık, her insan için ilaç ve psikoterapi arasında doğru dengenin bulunması, hastaya ve hastalığa en uygun düşecek daha iyi ilaçlar ve daha etkili psikoterapiler için araştırmayı sürdürmek olarak özetlenebilir.
    (devam edecek)
    <$BloPerşembe, Haziran 09, 2005

    <$Blo


    Venüs'un Doğuşu Posted by Hello
    ...
    Ansızın var olursan yaslı sahillerde
    Ölü bir günle kuşatılmışsan
    Yüzünle yepyeni bir ışığa dönüksen
    Dalgalarla dalgalarla doluysan
    Yangınlı bir güvercin gibi çırpınan
    Korkudan soğumuş yüreğime üflersen
    ...
    Barcarolle - Pablo Neruda (Çev. Hilmi Yavuz)
    <$BloÇarşamba, Haziran 08, 2005

    <$Blo

    Neden Kyoto Protokolüne imza atmaya yanaşmıyor Amerika Birleşik Devletleri? Guardian'a göre "Petrol devi Bush'u nasıl etkiledi". Beyaz Saray'ın Kyoto Protokolü ile ilgili tavrını, petrol şirketi Exxon'un tavsiyeleri doğrultusunda belirlediği savunan gazete şöyle devam ediyor; "Guardian'ın ulaştığı Amerikan Dışişleri Bakanlığı belgelerine göre, Başkan Bush'un Kyoto Protokolü'nü imzalamama kararının arkasında, Exxon ve petrol sektörünün diğer önde gelen kuruluşları var. "Amerikan Bilgi Edinme Yasası çerçevesinde, Greenpeace'in başvurusu sonucu gün ışığına çıkan yazışmalarda, yönetimin Exxon'a teşekkür ettiği görülüyor. Tırnak içinde aktarırsak, 'İklim değişikliği konusundaki siyasetin belirlenmesindeki etkin katılımları' konusunda.
    "Yine belgelerde açıkça görülüyor ki, yönetim Exxon'un, ne yönde bir siyaset izlenmesinin uygun olacağı konusunda da fikirlerini soruyor." Blair - Bush zirvesinin öne çıkan gündem maddelerinden biri küresel ısınma ile mücadele idiyse, diğeri de Afrika'ya yardımdı.


    "Blair Bush'u, Afrika'ya yardımın arttırılması planlarına ikna etmeye çalışadursun, Birleşmiş Milletler raporu, olayın insani bilançosunu gözler önüne seriyor" diyor gazete ve şöyle devam ediyor; "Birleşmiş Milletler'in yarın açıklayacağı rapora göre, uluslararası toplumun 2015'e kadar 5 yaş altı ölümleri ciddi oranda azaltma sözünü tutamaması nedeniyle, 3 milyon çocuk ölüm tehlikesiyle burun buruna. "Örgütün raporu, gelecek ay (temmuz '05)yapılacak G8 zirvesi öncesi liderlerin üzerindeki baskıyı arttırmaya yönelik. Bir Birleşmiş Milletler yetkilisinin, liderleri uykularından uyandırmalı dediği veriler son derece çarpıcı. "Buna göre, Afrika'da 5 yaşın altında hayata gözlerini yumacak çocukların sayısı yakın zamanda, New York, Londra ve Tokyo'daki beş yaş altı çocukların toplamının iki katına çıkacak."

    Kyoto Protokolü'nün tam metni ingilizce olarak
    burada
    <$BloPazartesi, Haziran 06, 2005

    <$Blo


    "Dünyada söylenmedik, yazılmadık söz kalmadı" derler. Büyük olasılıkla doğrudur. Ardından da ilave edilir; "önemli olan söyleyişin biçimi"... Bana kalırsa artık söz söyleyecek mecalimiz de kalmadı. Yakın bir gelecekte belki gerçek anlamıyla sözlere de ihtiyacımız kalmayacak. İhtiyaçlarımızı internetten doldurduğumuz formlar sayesinde evimize hiç tanımadığımız adamlar getirecek, onlarla hiç konuşmayacağız, elimizdeki kredi kartını uzatacağız ve gerçek anlamıyla söz kullanmadan ürünleri bırakıp gidecekler. Çalıştığımız ofisteki insanlarla bile "instant messaging" programlarıyla haberleşeceğiz, ev halkına akşam gecikeceğimizi SMS yoluyla ileteceğiz. Şimdi zaman zaman bunları yapıyoruz, yakın bir gelecekte bütünüyle böyle olacak. "Konuşmak", "yazmak" kısacası "iletişim kurmak" değişecek. Değişiyor.

    Distopik bir dünya. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Genel klasmanı; caf caflı ve üniversitelerdeki akademisyenlere çok sayıda akademik kariyer vadeden adıyla : Postmodern.
    İçe dönüşler, bunalımlar, buhranlar, arayışlar, Dostoyevski, romantizm, aşk, fedakarlık, olgunlaştıran acı çekmeler... Genel klasmanı; modası geçmiş ve sıkıcı: Klasik.

    Bırakın postmoderni biz henüz moderniteyi kavrayamamıştık... Aslına bakarsanız Moderniteyi “bihakkın” kavrayabileceğimize inanmak da oldukça güç... Nedeni çok basit: "Modern"i yaratan Sanayi Devrimini “biz” yaşamadık. Biz postmoderni de anlayamayız, nedeni çok basit: "Modern"imiz hiç olmadı. Biz, hem sanayi devrimlerinin, hem modernitenin hem de postmodernitenin sonuçları ile muhatap olmaya mahkum edilmiş kafası karışık "öteki dünyalı"larız. Sanayi devrimini ve sonrasındakileri yaşayan o "birinci dünya" nın insanları değiliz. Zannetmeyin ki TV'de Dharma & Greg'i izlediğimiz için "onlar" gibiyiz. Zannetmeyin ki Seinfeld'deki esprilere gülüyor olmamız, Avanak Ajan Austin Powers'ın "mojo"suna hayran oluşumuz bizi Postmodern dünyanın insanı yapar. Biz sadece "sonuçlar"la yüzleşmek zorundayız. Ozonu da biz delmedik. Küresel ısınmadan "yurdum insanı" sorumlu değil. Aynı bu ikisi gibi "aşk"ı da biz yok etmedik. Bunu o, 1.dünyadaki "abiler" yaptılar. "Yârin zülüflerine bakıp, ağlayacak" insanlara gülünüyor, alay ediliyor bu dünyada. Seks yapmanın adı "aşk yapmak". Burası postmodern dünya, burada herşey mümkün. Özgürlüğü yeniden tanımladıkça devir değiştiriyoruz.

    Mini etekli kızı MMS'li telefonuyla takip eden HelloMoto reklamındaki ortadoğulu görünümündeki adamız biz. 1.Dünya'ya ait olmak o reklamdaki adamın peşinden koştuğu şey gibi, reklamın adı: “She moto him”

    Mutlak tanımları olmayan kavramlara yeni yeni atanan geçici tanımlar bizi bir çağdan alıp diğer çağa taşıyor. Klasikten çıkıp moderne giriveriyoruz. Modern’in modesı geçince hoop, postmodern oluvermişiz. Çok daha “özgür” bir şekilde... Sermayenin çalışan kesim üzerindeki “özgürlük” kısıtlayıcı gücünün yeniden tanımlandığı, toplum içindeki kadın ve erkek tanımlarından tutun da bütün sosyal ve bilimsel kavramların gözden geçirildiği ya da yeniden tanımlandığı bir çağ olmuştu modern çağ... Ama bakın: bir modern çağ modası; birşeyin modasının çabuk geçmesi yüzünden, “modern”in de modası çok çabuk geçti.

    Dünyada olup biten değişimlerin sadece sonuçları ile yüzleşmek zorunda kalan kurbanlar olmak, can sıkıcı... Oysa değişimleri değiştirmek, tüketim çılgınlığına karşı direnecek moral gücü kitlelere kazandırmak, bilimi ve teknolojiyi bir de “bu taraftan” yorumlamak, belki tanımlamak... Kısacası söyleyecek sözleri olmak... Kaçımız Şeyh Galib’i biliyoruz Shakespeare yerine? Hüsn-ü aşktan mı yoksa Sonnet’lerden dizeler mi daha popüler çevremizde? Fuzuli aramızda yaşıyor mu? Yoksa Walt Whitman’dan daha çok Fuzuli’yi mi okuyor muyuz? Hangisi? 1001 gece masalları bile fransızca tercümesinden türkçeye kazandırıldı yakın bir geçmişte... 20.yy.’da insanlığın uğraştığı bütün buhranlar, bütün sosyal ve politik akımlar sanayi devrimi ve sonrasındaki “batı”lı sorunsalların sonuçları değil midir? Batı’da kitlesel değişimler yaşanırken Anadolu’da tarlasını süren köylü ya da Japonya’da ağlarını denizlerde dolaştıran bir balıkçı ve belki Güney Afrika’da bir elmas madeninde zorla çalıştırılan bir “köle” hep bu değişimlerin “kurbanı” olmadı mı? Kendi bakış açılarını söyleyemeyen bu insanlar düşünmekten bile alıkonulmadılar mı? Batılı paradigmanın bu gücü nereden geliyor? Bu bir entelektüel güç mü yoksa paranın gücü mü?

    Özgün fikirler gerekiyor beyler... Basit bir milliyetçi söylem değil bu inanın bana. "Ozonu vallahi ben delmedim" demek tek boyutlu bir milliyetçilik değildir. Düşünmeyen toplumlar düşünmek yerine yakalanan kavram kırıntılarını şablonlardaki tanımlamalara iliştirir ve sizi her an “birşeyci” ilan edebilirler. “Kendi coğrafyamızın insanı gibi olalım, tarihimizi ve kendi kültürümüzü okuyalım” : faşist. Milliyetçi. Hatta belki dinci. “tüketim çılgınlığına bir son verelim, küresel ekonomik politikalara direnelim”: sosyalist. Solcu, din düşmanı, militan. Kırmızı giy solcu ol, yeşil giy dinci ol. Hiçbirşeye kafanı takma, o zaman kesin burjuvasındır. Düşünmek; kendi fikirlerinle düşünmek yerine klişelerle, şablonlarla, sloganlarla “birşeyci” ol, “birşeycileri” sapta ve sonrasında çözüm üretmek için çabala. Çözümleri üretirken de referansların sanayi devrimi dönemlerinin feylesofları olsun.

    Ülkemizde yapılan şey budur ve bu şekilde çözüm üretilemez.

    Küresel ya da lokal sorunlara çözümler bulabilmek için özgün fikirler gerekiyor. Klasik-modern-postmodern çizgisi üzerindeki söz hakkımızı, “özgün” sözlerle kullanmalıyız. Özgüven ve bilgili olmak gerekiyor... Önce "Bir şeyci" değil akıllı ve bilgili olalım. İhtiyacımız olan şey bu. Dünya görüşümüzü TV’deki açık oturumlardan ya da heyecan verici arkadaş sohbetlerinden edinmeyelim. Çok okuyalım. Özellikle de “bize ait” olan şeyleri öğrenelim. Yoksa “she moto us”.
    <$BloCuma, Haziran 03, 2005

    <$Blo

    “ - Ne yapmak gerek peki?
    Sağlam bir arka mı bulmalıyım?
    Onu mu bellemeliyim?
    Bir ağaç gövdesine dolanan sarmaşık gibi
    Önünde eğilerek efendimiz sanmak mı?
    Bilek gücü yerine dolanla tırmanmak mı?
    İstemem!Herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıyım Le Bret?
    Sonradan görmelere övgüler mi yazmalıyım?
    Bir bakanın yüzünü güldürmek için biraz şaklabanlık edip,
    Taklalar mı atmalıyım?
    İstemem! Eksik olsun!
    Her sabah kahvaltıda kurbağa mı yemeli?
    Sabah akşam dolaşıp pabuç mu eskitmeli?
    Onun bunun önünde hep boyun mu eğmeli?
    İstemem!
    Eksik olsun böyle bir şöhret!
    Eksik olsun!
    Ciğeri beş para etmezlere mi “yetenekli” demeli?
    Eleştiriden mi çekinmeli?
    “Adım Mercuré dergisinde geçse” diye mi sayıklamalı?
    İstemem!İstemem! Eksik olsun!
    Korkmak, tükenmek, bitmek...
    Şiir yazacak yerde eşe dosta gitmek.
    Dilekçeler yazarak içini ortaya dökmek?
    İstemem! Eksik olsun!İstemem! Eksik olsun!
    Ama şarkı söylemek, düşlemek, gülmek, yürümek...
    Tek başına...Özgür olmak...
    Dünyaya kendi gözlerinle bakmak...
    Sesini çınlatmak, aklına esince şapkanı yan yatırmak...
    Bir hiç uğruna kılıcına ya da kalemine sarılmak...
    Ne ün peşinde olmak, para pul düşünmek,
    İsteyince Ay’a bile gidebilmek.
    Başarıyı alnının teriyle elde edebilmek.
    Demek istediğim asalak bir sarmaşık olma sakın.

    Varsın boyun olmasın bir söğütünki kadar.
    Yaprakların bulutlara erişmezse bir zararın mı var?
    - Dök içindeki öfkeyi dostum. Ama saklama benden seni sevmediğini.

    - Sus... ”

    Istemem Eksik Olsun Posted by Hello
    <$BloÇarşamba, Haziran 01, 2005

    <$Blo

    BBC'nin Jeffrey Sachs ile yaptığı röportaj, Shakespeare'in 66.Sonesi'nin öncesi yada sonrasında okunmaya değer. "Coğrafi Keşifler adı verilen dönemin ardından ortaya çıkan sömürgecilik ve emperyalizmin bu röportajın konusuyla ilgisi olabilir acaba" demeden geçemiyoruz...

    ***

    ABD'nin New York kentindeki Columbia Üniversitesi'nde Dünya Çalışmaları Enstitüsü profesörü olan Jeffrey Sachs, ekonomik gelişme ve yoksullukla mücadele konularında dünyanın en tanınmış uzmanlarından biri. Kendisiyle Afrika başta olmak üzere yoksul dünyanın karşı karşıya olduğu sorunları ve varlıklı ülkelerin yardım için neler yapabileceğini tartıştık...

    Niçin bazı ülkeler zengin, diğerleri fakir?

    BBC:Küresel fakirlikle mücadele tartışmasında ilk adımı, biraz basit hatta belki de aptalca görünebilecek bir soru ile atalım. Niçin bazı ülkeler müreffeh, diğerleri ise yoksul? Bunun bir açıklaması var mı?

    JEFFREY SACHS: Bence sorunun aptalcası olmaz yanıtın aptalcası olur; umarım benim yanıtım öyle olmaz... Zenginlik ile fakirliğin nedenleri tabi ki oldukça karmaşık ve Adam Smith'den beri bunu anlamaya çalışıyoruz. İki şeye işaret eder Smith ama biz genelde bunlardan birini unutmaya meyyalizdir. Ekonomik sistem ve pazarlarla ticaretin önemi hakkında söylediklerini hatırlarız ama işe coğrafya ile başladığını unuturuz. Adam Smith dünyanın ulaşılması güç bölgeleri ile, deniz kıyısında veya büyük ırmak boylarıve ticaret yolları üzerinde bulunan yerleri ekonomik avantajları açısından birbirinden ayırır. Baktığımızda, politikaları açısından farklı bir dünya kadar, coğrafyası açısından da farklı bir dünya görüyoruz karşımızda. Baktığımızda, politikaları açısından farklı bir dünya kadar, coğrafyası açısından da farklı bir dünya görüyoruz karşımızda. Hastalıklar, açlık, iklim ve diğer doğal afetlerin kısıtlamalarından sıyrılmaya çalışan ülkeler görüyoruz.

    BBC:Bu sunduğunuz tablo ilk haritaları akla getiriyor; sadece kıyıların haritası çıkarılabilmiş, iç kesimler ise büyük bir sırdan ibaret... Sizin tasvir ettiğiniz ekonomi dünyası da bunu anımsatıyor sanki?

    JEFFREY SACHS: Fark şu ki benim tasvir ettiğim dünyada iç kesimlerde olup bitenler sırdan ibaret değil... Çoğu zaman söz konusu olan fakirleşmeden başka bir şey değil. Küresel gelişme krizinin merkezindeki Afrika'ya baktığınızda örneğin, kıyılardan, ırmaklardan uzaklarda, sulama olanaklarına ulaşımı olmayan, tarımı ne zaman yağacağı belirsiz olan yağmura bağlı, sıtmanın kol gezdiği bölgelerde yaşayan insanlar görüyorsunuz. Bu tabi ki ekonomik büyüme için çok zorlu bir başlangıç noktası. Adam Smith'in eseri bize, günümüzdeki takipçilerininkinden çok daha zengin bir dünya portresi sunar. Tartıştığımız konuda oldukça tek boyutlu görüşler atılıyor ortaya. Örneğin, 'Afrika fakir çünkü yolsuzluk içinde' deniyor veya 'Afrika, kültürü yüzünden fakir' deniyor. Tartıştığımız konuda çok tek boyutlu görüşler atılıyor ortaya. Tabi, bu tür düşüncelerin ardında ırkçı görüşler vardı; örneğin, sadece bazı dinlerin gelişmeye açık olduğu söylenirdi. Tüm bunlar son derece basit düşünce tarzları; gerçek ise çok daha karmaşık. Hastalıklar var, ulaşım ve taşımacılık sorunları var, tarımsal sorunlar var, bunlara ek olarak da tabi ki siyaset ve ekonomi politikası kaynaklı sorunlar... Afrika çapında yoksulluk ve sosyal erozyon

    BBC:Afrika kıtasının Sahra çölünün güneyinde kalan bölümü uzmanlık bölgelerinizden biri. Dünyanın bu kesimi son yirmi yıl içinde oldukça kötü bir performans sergiledi ekonomik açıdan. Bunun nedenleri nedir?

    JEFFREY SACHS: Bu felaket bir dönem oldu; kişi başına gelir geriledi, hastalıklar, salgınlar birbirini izledi.
    HIV-AIDS bunlar arasında insanı en çok şok edeni ama sıtmanın da yeniden ortaya çıkışını gördük. Sıtmanın geri dönüşünün nedeni ilaca bağışıklığın artışı, kamu sağlığı sisteminin çöküşü; ne yazık ki, geçtiğimiz çeyrek asır boyunca, Afrika'ya bağış ağı darmadağın oldu. Yardım edip, ihtiyaç duyulan yatırımları artıracağımıza, nutuklar attık. Tabi nutuklar bir çocuğu sıtmadan korumaz, nutuklar AIDS'ten ölen bir anneyi kurtarmaz.

    Uluslararası yardım destek mi köstek mi?

    BBC:Peki, bu tür bölgelere uluslararası yardım konusunda ortaya atılan bir iddia var; yardımın yoksul ülkelerde yolsuzluğu derinleştirdiği, dışa bağımlı bir ülke yarattığı iddiası... Bu konudaki değerlendirmeniz nedir?

    JEFFREY SACHS: Bu konudaki tavsiyelerimiz gayet açık. Sahtekarlara para vermeyin. Koşulsuz para vermeyin. Aldıkları yardımı iyi biçimde kullanacaklarını net şekilde gösteremeyen ülkelere para vermeyin... Bu kriterler tabi ki bir çok ülkeyi yardım listesinden çıkarır ama tümünü çıkarmaz. Dünyanın dört bir yanında, içinde bulundukları koşullar itibariyle kahramanca yönetilen onlarca fakir ülke var; o kadar fakirler ki ilerleme sağlayacak adımlara bile güçleri yetmiyor. Eğer iyi hükümetlere destek için elimizden gelen herşeyi yapıyor olsaydık, dış yardıma karşı dile getirilen görüşlere kulak verirdim ama bunu yapmıyoruz. Toptan inkar içindeyiz; 'Afrika'ya yardım etmek mümkün değil' diyoruz. Ama Afrika kıtasında Sahra'nın güney kesiminde kırk dokuz ülke var; bunların bir çoğu fakirlik tuzağından çıkma çabası içinde; bunlar kendilerine verilecek parayı hayat kurtarmada, çocukları eğitmede ve aşırı fakirlikten kurtulmada kullanabilir. Dünyanın dört bir yanında, içinde bulundukları koşullar itibariyle kahramanca yönetilen onlarca fakir ülke var.

    Bağımlılık bahsine gelince; şu anda yaptığımız şey yardımı damla damla vermekten ibaret; bu ise yardımın hiç bir işe yaramaması için en ideal yöntem. Bu yolla söz konusu ülkelerin fakirlik zincirini kırması olacak iş değil. Eğer bağımlılığa son vermek istiyorsanız, fakir insanların üretici olup, fakirlik tuzağından çıkmasını sağlayacak araçları verin. Bunu yapmadığınız sürece de bu rezaleti temizleyemezsiniz. Çünkü bu bir tuzak.

    Yoksulluk-yolsuzluk sarmalı...

    BBC:Kimilerine göre de, Afrika kıtasındaki yoksulluk yolsuzluğun ürünü; bu teşhisi tatmin edici buluyor musunuz?

    JEFFREY SACHS: Herşeyden önce, fiili performanslar geniş bir yelpazede çeşitlilik gösteriyor. Bazı yerler akıl almaz derecede yolsuzluğa batmış durumda; bunların çoğu, biz dışardakilerin yolsuzluğa batırdığı ülkeler. Diğer taraftan yolsuzluk bize Afrika'nın ekonomik performansı hakkında nihai tabloyu sunmuyor. Yolsuzluk bize Afrika'nın ekonomik performansı hakkında nihai tabloyu sunmuyor. Bu oldukça karmaşık bir hikayenin sadece bir parçası, çünkü iyi yönetilen yerler bile büyük acılar çekiyor ve fakirlik tuzağından çıkmayı başaramıyor. Bunun nedeni ise Afrika'nın sorununun yönetim sorunundan ibaret olmaması; bu sorunların arkasında kuraklıktan, hastalığa, kırsal yalıtılmışlıktan, yol ve elektrik olmamasına kadar çeşitli unsurlar var. Bu yüzden basitleştirmelerden kaçınmak durumundayız.

    BBC:Yani size göre, yoksulluk yolsuzluğun olmaktan ziyade, yolsuzluk yoksulluğun ürünü? Öyle mi?

    JEFFREY SACHS: Ortalama olarak daha fakir ülkelerde yolsuzluk algılaması, zengin ülkelerden daha yüksek.
    Şu son derece açık. Bir ülkenin kaynağı yoksa, memurlarının maaşını ödeyemiyorsa, profesyonel kadrolar istihdam edemiyorsa, bilgisayarı, bilgi akış sistemleri yoksa, istismarların hiç değilse bir kısmını önleyecek kadar kamu bilgilendirme olanakları yoksa, istismarlar, yolsuzluklar tabi ki olacaktır. Bu anlamda fakirlik zayıf yönetimin sonucu değil nedenidir. Bu yüzdendir ki yönetimi ve bilgi akışını güçlendirmeye yatırım yapmalıyız; bu ülkelerde temel bilgisayar ağını, temel yönetsel kapasiteyi yerleştirmeliyiz. Zayıf yönetimleri mutlak bir engel olarak görmektense, bunu fakirlik tuzağından çıkmak için yatırım yapılması gereken bir alan olarak görmeliyiz.


    Çözüm olasılıkları...

    BBC:Yerli olsun, uluslarası nitelikte olsun özel sektörün tüm bu senaryoda nasıl bir rolü olabilir?

    JEFFREY SACHS: Tabi, nihayetinde gerçek ekonomik büyümenin kaynağı özel sektördür. Yol olsun, elektrik olsun, klinikler veya okullar olsun, genelde kamu yatırımı olan bu çalışmaların kilit hedeflerinden biri üretici bir özel sektörün önünü açmaktır. Kırsal kesimden sanayi ve hizmetlere, özel sektörün ekonomiyi yüklenmesini ve uzun dönemli büyümeyi sağlamasını bekliyoruz. Kısacası, sağlıklı, işlevsel ve üretici bir ekonomiye temellik yapacak kamu yatırımlarının yanısıra, makroekonomik istikrara, hukuğun üstünlüğüne ve serbest ticarete ihtiyaç var; özel sektör asli işi olan yatırım yapmak ve para kazanmayı ancak böyle başarabilir.

    BBC:Tabi, bunları söylemesi kolay, yapması oldukça zor...

    JEFFREY SACHS: Bunları yapmak olanaksız değil hiç bir şekilde; dahası bir çok yerde başarıldı bunlar. Afrika söz konusu oldu mu, gerekli reformlar yapılıyor ama yatırım çekilemiyor. Ancak Afrika söz konusu oldu mu, gerekli reformlar yapılıyor ama yatırım çekilemiyor. İşadamlarına soruyorsunuz niye yatırım yapmadıklarını; 'kesintisiz elektrik istiyoruz' diyorlar, veya, 'malımı fabrikadan veya kırsal kesimden limana taşıyabileceğim yollar olsa ne iyi olur' diyorlar. Diğer bir deyişle özel sektörün makro ekonomik istikrardan fazlasına ihtiyacı var. IMF'nin sürekli vurguladığı şeyler var: makroekonomik istikrar, üretkenliğin temelini atacak altyapı ve sağlıklı, eğitimli bir nüfus... Biz de, 'şimdi yönetim, istikrar, makroekonomi ve altyapı konularında birbirimizi yemekten vazgeçelim, bunun bir anlamı yok' diyoruz. Tabi ki bunların hepsine ihtiyaç var, ama bu ülkeler bunu tek başlarına başaramaz; onun için onlara kaynak sağlamamız lazım.


    Kaynak:
    http://www.bbc.co.uk/turkish/indepth/

    <$Blo

    Cyrano De Bergerac, 1619-1655 yılları arasında yaşamış Fransız bir yazardır. Hicivleriyle ve pek çok otorite tarafından edebiyat tarihinin ilk bilimkurgularından kabul edilen eserleriyle ünlüdür. Ay Devletlerinin Gülünç Tarihi ve Güneş Devletlerinin Gülünç Tarihi adlı bu eserleri yine döneminde yaşayan gerçek insanları hicvetmek için yazmıştır.

    Cyrano'yu asıl meşhur eden ise Fransız oyun yazarı Edmond Rostand olmuştur. Rostand, Cyrano'yu okul çağlarında tanıdığı ekzantrik başka bir karakterle harmanlayarak bir tiyatro şaheseri yazmıştır: Uzun burunlu Cyrano! Rostand'ın Cyrano'su çirkindir ama gururludur. Kendisine önder olarak Don Quijote'u seçmiştir.
    Oyunun bir yerinde Cyrano'ya sorarlar:


    - Okudunuz mu hiç Don Quijote'u?
    - Okumak ne kelime, yaşadım o büyük romanı...
    -13.Bölüm değirmenler bölümünü hatırlayın, yeldeğirmenlerine saldırıyorsunuz.
    - Ben sadece rüzgara ayak uyduranlara saldırıyorum...

    Edmond Rostand'ın batı dünyasını derinden etkileyen bu eserini türkçemize, çoğu kişi tarafından aslından bile daha iyi denecek kadar muhteşem bir çeviriyle Sabri Esat Siyavuşgil kazandırmıştır. Eser orijinal dilinde de, Siyavuşgil'in kazandırdığı haliyle dilimizde de manzumdur. Cyrano'nun unutulmaz tiradlarından biri burun tiradıdır. Soylulardan kendini beğenmiş bir soylu olan Valvert, Cyrano'yu küçük düşürmek ister. Ama ne becerikli biridir ne de kültürlü. Cyrano'yu küçük düşürmek için aklına gelen tek söz "Sizin burnunuz çok büyük" tür.

    - Siz! Sizin burnunuz... burnunuz...çok büyük. Çok.
    - Hepsi bu mu?
    - Evet.
    - Bu kadarı az delikanlı.Halbuki neler neler bulunmaz söyleyecek. Asıl iş edada. Mesela; Hoyratça: Burnum böyle olsaydı, mösyö, mutlaka dibinden kestirirdim. Dostça: Yana yatmaz mı,senden evvel davranıp kadehine batmaz mı? Tarifle: Burun değil bir kere, coğrafyada böylesine dağ denir. Dağ değil bir yarımada. Meraklı: Acaba neye yarar bu alet? Makas kutusu mudur, divit midir izah et? Zarifane: Kuşları sevdiğiniz besbelli! Yorulmasınlar diye yavrucaklar, temelli bir tünek kurmuşsunuz. Pür neşe: Birader, şu koskocaman burnunla tütün içince komşu "yangın var" demiyor mu? Uyarıcı: Aman yavrum, bu ağırlıkla yere düşmenden korkuyorum. Müşfik: Yaptırın ona küçücük bir şemsiye yazın fazla güneşten rengi solmasın diye! Alimane: Aristophanesin hippocampelephantocamelos dediği hayvanın burnu böyle değilmiş derler. Hazin: Bir de kanarsa olur Kızıldeniz, ne bela! Hayran: Lavantacıya ne mükemmel tabela! Lirik: Bu bir mühre boncuğu,siz de bir Triton musunuz?Safiyane: Bu abide hangi günler gezilir? Askeri: Süvarilere nişan alın! Sivri akıllı: Onu piyangoya koymaz mısınız? Kesinlikle bu büyük bir ödül olurdu. Ve hıçkıra hıçkıra nihayet, Pyriame gibi: Böyle berbat edip de yüzünü sahibinin şimdi de utancından kızarıyor, bak hain......