<$Blo
CESUR YENİ BEYİN; Genom Çağındaki Fetih: Ruh Hastalıkları,yazarlığını Nancy C. ANDREASEN'in yaptığı adını Aldous Huxley'in meşhur (Brave New World) Cesur Yeni Dünya'dan alan bir kitap. Okunulası bir kitap. Elimde Halit Yıldırım'ın derlediği kitap üzerine notlar var, paylaşıyorum efendim. Don Quijote.
Cesur Yeni Beyin-Ruhsal Hastalığın Yükü
Yapıt, insan bedeninin mirasçısı olduğu, beyinde doğup zihin aracılığıyla ifade bulan bir grup hastalığı (ruhsal hastalıklar) anlatmakta ve bu hastalıkların ortaya çıktığı insanları, onların ıstırabını paylaşan akraba ve dostlarını, tedavileri ile uğraşan doktorları ve hastalığın nedenlerini -dolayısıyla- bulunabilecek en uygun tedavileri araştıran bilim adamlarını söz konusu etmektedir.
Ciddi bir hastalıkla karşılaşmak bizi duygusal açıdan yükler ve korkutur. Eşduyum (empati) ya da içebakış becerisine sahip olanlarımız için bunun anlamı, bizim de savunmasız olduğumuz, bizim ya da sevdiklerimizin aynı kaderi paylaşabileceğimizdir.
İnsanlığı etkileyen hastalıklar arasında en yaygın alanlarından biri de ruhsal hastalıklardır. En önemlilerini sıralarsak: Şizofreni nüfusun %1’ini, mani-depresyon başka bir %1’ini, majör depresyon diğer bir %10-20’sini ve Alzheimer hastalığı ise yaşı 65’in üzerindeki nüfusun %15’ini etkilemektedir.
Sorulsa, çoğu insan maliyeti en yüksek olanlarının kanser veya kalp hastalığı olduğunu söyleyecektir. Yanlış! Ruhsal hastalıkların maliyeti herhangi bir grup hastalığın çok üstündedir. Ruhsal hastalığın maliyeti sadece ekonomik değildir. Psikolojik açıdan maliyeti daha da acımasız olup sonuç –ne yazık ki- sıklıkla ölümcüldür. Şizofreni hastalarının %10’unda, depresyon vakalarının gene %10’unda intihar bildirilmiştir.
Modern tıp, soluğumuz bittiğinde ya da yüreğimiz durduğunda ölmediğimizi söylüyor; beynimiz öldüğünde ölmüş oluyoruz, yani sinir hücrelerimizin ateşlemesiyle oluşan elektriksel akımlar sona erdiğinde.
Şu an biyomedikal araştırmanın altın çağını yaşamaktayız. Bilim ve tıp tarihindeki çok önemli iki çalışmanın içindeyiz: İnsan beyninin ve insan genomunun haritasını çıkarmaktayız. Her ikisi de ürkütücü, insanın başarısızlık korkusunu artıran yükümlülüklerdir. İnsan beyninin milyarlarca sinir hücresi (nöron) vardır, yaklaşık 10¹² olarak hesaplanmıştır. İnsan genomundaki gen sayısı daha azdır; yaklaşık 80.000.
Bozuk Beyinler, Karışık Zihinler. Yapay İkilemlerin Yol Açtığı Körleşme
İnsan beyni, büyük bir senfoniyi sürekli çalmakta olan büyük bir orkestra gibi işlemektedir. Herhangi bir ayrıntıyı ya da gruplandırılmış ayrıntıları göstererek bu ‘orkestradır’ ya da ‘senfonidir’ diyebilecek durumda değilizdir. Kemanlar, viyolalar, viyolonseller, obualar, klarnetler, kornolar hep birlikte son derece zengin bir parçayı hep birlikte çalmaktadırlar. Doğru zamanda trompetler katılır, zilin vuruşu, davulun kadansı hep o doğru anda olmaktadır. Çalınan temalar tekrarlanırken bütünlük asla bozulmaz. Duygusal renklenme iniş çıkışlar ve parıldayışlar halindedir. Bizlerde, hepimizde, her an ve hep varolan zihinsel aktivite süreci hepimizi ya mucize haline getirmekte ya da olağanlaştırmaktadır. Her birimiz–her beyin/zihin-sadece kapsamlı bir senfoniyi çalmakla kalmayız, aynı anda bir yandan besteler bir yandan da yönetiriz.
Zihnin rehberliğinde yaşamın içine doğru yönlendiğimizde, nereden geldik, neredeyiz, nereye gideceğiz gibi sorulara yanıt ararken, iki temel yaklaşımımız vardır: Birisi analiz, diğeri ise sentezdir.
Analiz, güçlü bir araçtır. Biz insanlar açık bilinçle analiz yapabilen tek canlı türüyüz. Analizi ‘şeylerin’ yapısını ve bu yapıya katılan unsurları görmek için kullanırız. Ne denli çok analiz edersek o denli anladığımızı hissederiz. Analiz ettiğimiz sürece denetleyebildiğimizi düşünürüz. Megabaytların, milimetrelerin, binlerin gerçek bir anlam taşımadıklarını ve bizim keşfimiz olduğunu unutuveririz. Her şeyi anlayabilmek adına o denli yoğun uğraşırız ki, sonunda bir şey anlamadığımız ortaya çıkar. O kadar çok ve o kadar iyi analiz ederiz ki, şeyleri parçalarına ayırırken, onların yaşamsal özünü ve anlamını da bozabiliriz.
Sentez, karşı yaklaşımdır. Pek sık kullandığımız söylenemez. Sentez, parçaları yerine koymak suretiyle nesnenin bütünlüğünün onarılmasıdır. Sentetik düşünce becerisi kazanmamız demek –ki bu, analitik düşünceden daha zordur- nesneleri olduğu gibi görebilmemiz anlamına gelmektedir. Sentez, nesneleri sınırlardan bölümlemelerden ve engellerden bağımsız bir halde, doğal dünyada var oldukları haliyle, kutsal bir yaratıcının yarattığı biçimiyle görmek demektir. Ozanın dediği gibi, ‘dansı bilmemiz dansçıyı bildiğimiz’ anlamına gelmez. Ve bazen parçalar yerine, bütüne hak ettiği değeri vermek zorundayız.
Zihin Beyin’e Karşı
Zihin ve beyin arasındaki fark, kullandığımız gündelik dilde gömülü biçimde mevcuttur. ‘Beyin’ bedensel bir organken ‘zihin’ soyut bir kavramdır. Dokunulabilir olmadığı için zihin çoğu kez daha az ‘gerçek’ olarak kabul edilir. Öte yandan, sadece ‘bedensel’ olduğu için beyin, bazen daha az ilgi çekici ve daha az önemli görülür. Ancak, dans edenle dans nasıl ayrılmazsa, beyinle zihin de o denli ayrılmazdır.
Zihin dediğimiz şey, beyinde moleküler, hücresel ve anatomik düzeyde ortaya çıkan eylemliliğin ürünüdür.
Şizofreni, manik-depresif hastalık, muhtelif bunamalar ve anksiyete bozukluklarının çoğu gerek nörobilimin gerekse moleküler biyolojinin modern araçlarıyla araştırılmakta olup, ‘fiziksel’ bir nedenin veya unsurun rol oynayabileceği gösterilmiştir.
Ruhsal hastalıklarda zihnin önemini yadsımak ya da azımsamak bu hastalıkların yanlış anlaşılması ve yanlış tedavi edilmesinin sağlama bağlanması anlamına gelmektedir.
Kısaca, ruhsal hastalık dediğimiz zaman, tümleşik bir biçimde beyin/zihin hastalığını anlamalıyız. Beyinsiz biçimde zihne yönelmek ne ise, zihinsiz biçimde beyne yönelmek de aynı şeydir.
İlaçlar Psikoterapiye Karşı
Ruhsal hastalığı “beyin hastalıkları” ve “zihin hastalıkları” diye bölmek (bazen biyolojik” ve “psikolojik” olarak da kullanılmaktadır) başka bir yapay ikileme kapı açmaktadır. Bu ikilem, ruhsal hastalıkların nasıl tedavi edileceği tartışmasında sıklıkla karışıklığa yol açmaktadır.
İlk sorun, temel önermede yatmaktadır. Bu, zihin beyin karşıtlığını içeren ikiliktir. Zihin beyin karşıtlığı (ya da zihinsel olanla bedensel olan, biyolojik olanla psikolojik olan da denilebilir) kökü derinlerde olan bir ikiliktir.
İkinci bir sorun, başka hastalıklarda kullanmayıp ruhsal hastalıklarda kullandığımız ve sadece ruhsal hastalıklar tedavisinde geçerliliği olan aşırı yalınlaştırmadır. Kişinin diyabeti varsa, ‘bu insan sadece ilaç mı kullanmalı yoksa aynı zamanda danışmanlık alıp sağlıklı bir yaşam biçimini sürdürmeli mi?’ sorusunu asla sormayız. Psikososyal destek özellikle diyabeti olan genç insanlarda gereklidir; düzenli olarak yapılan insülin iğneleri, arkadaşlarının yutarcasına yediklerinden çok az tüketilebilmesi, sık ve düzenli yenilen yemekler, fiziksel hastalığın kabulü anlamına gelmektedir.
Üçüncü sorun, ilaçların zihni, psikoterapinin beyni etkilediğini bilme eksikliğinden kaynaklanmaktadır. İlaçların zihni olduğu kadar beyni de etkilediği, çoğu insanın bildiği bir şeydir. Bilmiyorsa, alerji için ya da ağrı gidermek üzere verilen ilaç şişelerinin üzerine devlet zoruyla yazılmış olan “bu ilaçlar müsekkin etkili olduğundan araba veya makine kullanmak tehlikelidir” ibaresi öğretir.
Geçtiğimiz elli yıl içinde yaşadığımız en önemli erişimlerinden biri de, üç grup ruh hastalığında, belirtileri giderebilen ya da azaltan etkili ilaçların geliştirilmesi olmuştur. Bu hastalıklar, şizofreni, duygudurum bozuklukları ve anksiyete bozukluklarıdır.
Zihnin tedavisinde psikoterapinin kullanılması tercihinde görünür bir yanlış yoktur. Sorun, psikoterapinin kullanımında değil, etkisinin hem zihinsel hem de fiziksel olduğunun bilinmemesindedir. Psikoterapi, hem beyne hem de zihne etkilidir. Aslında beynin nasıl çalıştığını ve yaşantıya tepki olarak nasıl değiştiğini öğrendikçe, psikoterapinin, sinir hücreleri arasındaki bağlantı ve iletişime dayanan “beyin işlevleri” üzerindeki etkisi sonucu, duygu ve bellek gibi “zihin işlevlerini” değiştirdiğini anlıyoruz.
Nörobilimin altın çağını sürmekte olduğumuz günümüzde nasıl öğrenebildiğimizi, beynin bilgiyi toplayıp gerektiğinde çağırmak üzere kendi yapısını ve kimyasını nasıl değiştirebildiğini, duygusal yüklülüğü olan uyaranlara nasıl yanıt verdiğini ve hep değişmekte olan bir dünyaya nasıl uyum sağladığını öğreniyoruz.
Psikoterapinin esası, insanlara duygu, düşünce ve davranışlarını değiştirmek üzere yardımda bulunmaktır.
Psikoterapi sadece bir “konuşma” olarak görülüp küçümsenmiş ve karalanmıştır. İlacın kullanımı ne kadar ‘biyolojik’ ise psikoterapinin kullanımı da kendine özgü etki biçimiyle o denli biyolojiktir.
1950’li yıllarda psikoz, depresyon ve anksiyete, psikoaktif ilaçlarla tedavi edilmeye başlandığında aralarında ruh hekimlerinin de bulunduğu çoğu insan, sorunun “köküne” inmesi açısından psikoterapinin “daha iyi” olduğunu tartışmaktaydı.
1980’lere gelindiğinde, ruh hekimlerinin neredeyse tamamına yakını ve bir kısım psikolog, ruhsal hastalıkların tedavisinde ilaçların taşıdığı önem konusunda fikir birliği içindeydiler.
2001 yılı ve sonraki yıllar için tartışılan konular ise, her hastalık, her insan için ilaç ve psikoterapi arasında doğru dengenin bulunması, hastaya ve hastalığa en uygun düşecek daha iyi ilaçlar ve daha etkili psikoterapiler için araştırmayı sürdürmek olarak özetlenebilir.
(devam edecek)
<$Bloçok geç kalmış bu kitap..keşke daha önce çevrilebilseymiş...
<$BloYorum Gönder