• Cumartesi Yazıları
  • Düşler ve Erdemler

    Kılavuzu Don Quijote olanın burnu Cyrano gibi olur.

    Google
     
    Web Düşler ve Erdemler'de
    <$BloPazar, Eylül 23, 2007

    <$Blo


    “Tersine Evrim”

    Bir filmi sinemada ya da evde izlemek arasındaki en büyük fark, ne perdenin büyüklüğü, ne görüntünün netliği ne de yediğiniz patlamış mısırda gizlidir. Sinema filmleri, sinema salonlarında izlensinler diye üretilirler, bu filmlerin TV yayını ya da DVD gibi ortamlarda çoğaltılması bir çeşit yan etki olarak, ticari bir beklentiyle gerçekleşir. Bununla birlikte sinema filmleri belki de seyirciye ulaşma konusunda “adet” hesabı yapılacak olursa söz konusu “yan etki” ortamlarda daha başarılı olurlar. Şimdilerde buna internet üzerinden erişimi de ilave edebilirsiniz. Sinema salonunda film izlemenin yegane farklı tarafı dış uyaranların minimize edilmiş olmasıdır. Film başlamadan evvel “cep telefonunuzu kapatmanız salık verilir. Gürültü yapanlar uyarılır, film başladıktan sonra içeri seyirci alınmaz (genellikle). Aynı hassasiyeti evinizde film izlerken gösteriyor olabilirsiniz ama bu doğruysa azınlıkta olduğunuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Evde film izlerken sık sık dış ve bozucu etkenlere maruz kalırsınız.

    Klasik drama sanatının kökenindeki özdeşleşme ilkesi sizin, minimum dış etken almanızı ve kendinizi sahnedeki ya da perdedeki karakterlerden biri yerine koyacak kadar odaklanmanızı öngörür.

    Bu ilke ve TV ya da evde/yolda/işyerinde dramatik eserleri takip etmenizi sağlayacak binbir çeşit portatif elektronik cihazlar aynı anda nasıl var olabiliyorlar?

    Sorunun önce ilk parçasını ele alalım: Özdeşleşme ilkesi nedir? Temelde, seyirci bir kişilik bölünmesi yaşar ve izlediği dramanın karakterlerinden biri olur. Güney Çin’de yaşayan ve pirinç üretiminde çalışan bir işçi olmanız, sizin kendinizi ekran/sahne/perdedeki Ophelia ya da John McClane yerine koymanıza engel değildir. Büyüleyici bir durum! Hemen hepimizin yaradılıştan sahip olduğumuz bu yetenek, yani kişilik bölünmesine olan yatkınlığımız, klasik drama sanatının da temelinde yatmaktadır ve halen büyük beğeni toplamış ve toplamakta olan bütün sinema filmlerinde oluşturulan, oluşturulmaya çalışılan duygu durumlarında baş rolü oynar. Eğer drama başarılı bir şekilde kurulduysa yazarın öngördüğü gibi davranırız, oyundaki ya da filmdeki karakterlerle birlikte endişelenir, güler, heyecanlanır, duygulanırız.

    Yaklaşık M.Ö. 6.yy’dan bin dokuz yüz ellilere kadar dramatik eserleri izlemek, ev-dışı mekanlarda mümkündü. TV ve portatif cihazların hayatımıza girmesiyle drama sanatı da mekan özgürlüğü yaşar hale geldi. Ne var ki bu değişim drama sanatında kökten değişiklikler oluşturdu. Artık drama yazarları evinde ev işleriyle meşgul olan ev hanımları için, ya da bir fabrikada vida sıkarken cızırtılı radyosundan bir radyo oyunu dinleyen insanlar için ürünler veriyorlardı. Bunun anlamı basitti. Seyirci artık çok sayıda dış uyaran aldığı için, ticari kaygıların da baskısıyla, seyircinin ilgisini uyanık tutmak hiç olmadığı kadar önem arzediyordu. Koltuğundan kıpırdayamayan, ya da sahnedeki oyuncunun sesini bir parmak hareketiyle kısma gücünden mahrum bir seyirci yoktu artık. Seyircinin ilgisi ve anlık beğenileri artık oyun yazarının, TV kanalının ya da radyo istasyonun var olabilmesi için hayati öneme sahipti. Anlık ilgiyi, dikkati uyanık tutacak formüller, marjinal karakter ve olaylar modern drama sanatının kuralları haline geldi. Bu yeni kurallar öylesine yaygınlaştı ki başka bir yaklaşımın rekabet gücü kalmadı. Sonuç MTV’yi doğuracaktı. Düşünen insan aynı zamanda canı sıkılan insan anlamına geliyordu. Ekran/perde/sahne karşısındaki insan, yani seyirci, düşünmeye başlarsa “zap”layabilyordu. Düşünün ki bir tarafta havai fişek gösterileri gibi rengarenk, her daim değişen ve sizi oyalayan görüntüler, diğer tarafta da ölen kralın, yani babasının hayaleti ile konuşan ve varlığı sorgulayan, insan doğasının derinlerine inen, tarihi kostümler içindeki bir Danimarka prensi... Bir tarafta “shake it up baby” MTV, diğer tarafta ise Hamlet! Shakespeare’in bugün yaşaması durumunda ne bir tiyatroda ne de BBC’de, asla iş bulamayacağı gerçeği bu...

    Sonuç: “Düşünmek” gibi beynin karmaşık katmanlarını ilgilendiren kitle iletişim ürünleri yerine, “seks, şiddet, adrenalin, hız” barındıran beynin ilkel katmanlarını ilgilendiren kitle iletişim ürünleri. Hayatın anlamının, göğüsler, kalçalar ve küresel bir şiddet histerisi karşısında reyting yani itibar kaybetmesi...

    Heroes'da iddia edildiği gibi, biyolojik evrimde bir ileri basamaktaki insanoğlunu görmeyi beklerken(!) kitlelere ulaşan dramatik eserlere baktığımızda insanlığın bir tersine evrim sürecine girdiğini düşünen birileri çıksa, onları da ciddiye almak zorunda kalacağız! Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Korteks artık kullanım dışı. Limbik sistem geri geliyor ve kaybettiği itibarını söke söke geri alıyor! Ve bunda da en önemli rolü daha fazla reyting ya da daha fazla gişe peşinde koşan tüccar medya üreticileri oynuyorlar.

    Bu bağlamda Sergio Leone ve Andrei Tarkovsky’nin önemini yine bir sonraki yazımıza bırakalım! :-)

    Etiketler: , , , ,

    <$BloCumartesi, Eylül 15, 2007

    <$Blo



    "İnsanda para bol olunca nereye harcayacağını bilemiyor" diyebilirsiniz, "Ne güzel, adam çocukluk hayalini gerçekleştirmiş" diyebilirsiniz, "Zenginin malı züğürdün çenesini yorar" da diyebilirsiniz. Yahut başka bir açıdan bakıp, "İnsan bir yolunu bulursa bedavadan dünya turuna bile çıkabilir" diyebilirsiniz.

    Geçen hafta Lufthansa Magazine'de okuduğum hikaye de bu türden: Richard Baron Cohen (Borat'la akrabalığı var mıdır bilemiyoruz), özel zevkleri arasında çin porseleni kolleksiyonu yapmak bulunan 50 yaşında New York'lu bir milyoner. Hikayemize konu olan bu şahsiyetin, "Hipopotam Veronika" adlı kitabı okuduğu çocukluk günlerinden kalma bir su aygırı muhabbeti de mevcut (3,5 tonluk bir yaratığa nasıl sevgi beslenir demeyin, oluyormuş). Yaklaşık 3 sene önce, bu arkadaşın aklına, iki ilgi alanını birleştirip, üzerinde su aygırı deseni olan çin porseleni yaptırmak geliyor ve su aygırı fotoğrafı çekecek adam aramaya başlıyor. O sırada üniversiteden yeni mezun olan Sarah Luise Galbairth, 26, isimli bir başka arkadaşımız bir şekilde bundan haberdar oluyor ve konunun bir bakıma küçük bir dünya turu -hem de bedava !- olduğunu görünce işi alıyor. Hanoi, Osaka, Buenos Aires benim, Berlin, Mumbai, Singapur senin derken bir sene boyunca 33 ülkede 101 hayvanat bahçesini gezip Hippopotamus Amphibius'ların 4000'e yakın fotoğrafını çekiyor. Milyoner beyimiz de bunlardan 400 tanesini seçip Kopenhag Kraliyet Porselen Fabrikası'na sipariş veriyor. Yüzkırkdört parçalık porselen setin maliyeti de dudak uçuklatan cinsten: 400,000 ABD Doları! Bu arada, Sarah kızımız da bu kadar maceralardan ve tecrübelerden sonra, tabii ki NG'de çalışmaya başlıyor ve "hippolofotus" adlı su aygırı sevenler derneğinde seminerler veriyor. Nasıl, iyi hikaye değil mi ?



    Etiketler: , , ,