• Cumartesi Yazıları
  • Düşler ve Erdemler

    Kılavuzu Don Quijote olanın burnu Cyrano gibi olur.

    Google
     
    Web Düşler ve Erdemler'de
    <$BloPazartesi, Mayıs 28, 2007

    <$Blo

    Sinemada zaman deyince akla gelen ilk sinema terimi, "kurgu" hiç şüphesiz. Kurgu kavramı da, bir fiil ile neredeyse, özdeşleşmiş durumda: kesmek. Böyle ifade edince sünnetçilik ve kurguculuk benzer meslek kollarıymış gibi görünse de, işin aslı öyle değil elbette. Sinemada zaman kullanımı, sinemayı bir sanat yapan ve kameranın arkasındaki sanatçının tercihlerini gösteren bir iştir. Sanatçı, yaşadığı dünya ile çelişen, zıtlaşan... yani dünyada olup biten bazı şeylerden hoşnut olmayan bir insandır. Bu sayede sanatçı, ürünü ile dünyada onaylamadığı gidişata, kendince bir set çekme uğraşı içindedir. Tabii bu, aslında bütün sanatçıları kapsamayabilir ve sanat hakkındaki bütün bakışların onaylayabileceği bir görüş değildir. Ama biz yine de bu bakış açısını esas kabul edelim.

    Sinemacı kurgu sayesinde, sinema filmindeki zamanın akışını yönetir ve böylece filmin zamanını oluşturur. Bu zaman, gerçek dünyadaki zamandan farklı akar. Hemen
    Zoltán Fábri'nin Ağıt, Gaspar Noé'nin Irreversible adlı filmlerini hatırlayalım. En basit haliyle filmin zamanı ve "seyircinin zamanı" arasındaki ayrımın farkına varmak mümkün olacaktır. Yine benzer bir şekilde Tony Scott sineması ile Andrei Tarkovsky sinemasını birbirinden ayıran temel unsurlardan biri, bu yönetmenlerin zaman kullanımı üzerindeki tercihleridir. Senaryo yazım formülleriyle dolu kitapların pek çoğunda bahsi geçer: Senaryo yazımı, hayatın hangi gerçeklerini alıp hangilerini atacağınıza karar verdiğiniz bir sanatsal eylemdir. Doğru.

    Ancak! Kanımca sinemada zaman kullanımı deyince anlaşılması gereken en önemli şey, kurguyu kullanarak yapılan kronolojik zıplamalar değildir. Önce, olayların en son halini, sonra da baştan ve ortadan seçkiler yapmak değildir! Zamanı gerçekten kullanmaktır.

    Pekçoklarının postmodern gerçeklik dediği siber-über-ultra zamanlarını yaşadığımız gezegen tarihimizde, en az "düşünülen" dönemi yaşıyoruz aynı zamanda. Hiç "düşünmediğimiz" halde, geçmişte yaşayan insanların neredeyse tümüne, neandarthal gözüyle bakabiliyoruz. Postmodern gerçeklik zamanlarında, görsel imgeler o kadar hızlı uçuşuyor ve teknoloji o kadar şaşırtıcı etkiler bırakıyor ki üzerimizde, düşünmeye vaktimiz pek kalmıyor. MTV ve benzerleri, insan beyninin düşünebilme yeteneğini yok etmek için planlanmış fantastik makineler sanki! Hal böyle olunca, bu acayipliğin karşısında duran birileri var mı diye şöyle bir bakınıyorsunuz ve sinemalarında "zaman"ı, bu korkunç gidişe karşı kullanan saygın sanatçıları buluyorsunuz. En azından birileri çıkmış ve sinema izleyicisine zamanı gerçek haliyle idrak edebilmesi için bir fırsat tanımak niyetiyle kolları sıvamış.

    Konuyu biraz daha açalım: Yeni Dalga adı verilen sinema akımını başlatan sinemacılar, işin buraya varacağını sanıyorum tahmin etmemişlerdi. Onlar, klasik dramatik anlatım şeklinden bıkmış usanmış seyirciler olarak yola çıkmışlardı. Dertleri aslında biçimseldi. Kurgu, kamera açıları, oyunculuk gibi pek çok temel sinema elementi üzerinde serbest ve özgürce oynamalar yaptılar. Ve üzülerek söylemeliyim ki onların bu avant garde yaklaşımları 20-30 yıl gibi bir süre içinde transformasyon geçirerek MTV ve benzerleri haline geldi. İnsani bir kaygı, Gregor Samsa misali hamamböceğine dönüşmüş oldu:

    "Now look at them yo-yos thats the way you do it
    You play the guitar on the MTV"

    Ağaçlarla kaplı bir orman... Yerlerde parça parça kar var. Kadrajda bir kıpırtı beliriyor. Uzakta bir noktada bir karaltı, kameranın olduğu noktaya doğru yaklaşıyor. Yaklaşınca yüzünü seçebilecek hale geliyorsunuz ve seyretmekte olduğunuz filmin ana karakteri olduğunu farkediyorsunuz. Karakterin daha önceki eylemleri aklınıza geliyor, filmin, size o ana kadar verdiklerinden başka elinizde malzeme yok. Ve en önemlisi, lütfen dikkat, çevrenizde sizi oyalayacak yani düşünmenizi engelleyebilecek herhangi bir postmodern icat yok. Düşünmekten başka çareniz kalmamış yani! Filmin ana karakteri kadrajdan çıkıp gidiyor ve kadraj yine, az önceki gibi rüzgarla hışırdayan yapraklar haricinde sessiz, biraz daha düşünmeye mecbursunuz.

    Belki işten çıkıp geldiniz o filmi izlemek için. Her nereden geldiyseniz gelmiş olun, kendi gerçekliğnizi ve kendi gerçek zamanınızı yanınızda getiriyorsunuz sinema salonuna. Belki filmde olup biteni bile değil, sadece kendi hayatınızı düşünüyorsunuz böylesi uzun ve çatapatsız sahneleri barındıran sinema filmlerinde. Filmi yapan sinemacının amacı, sizi eğlendirmek, daha da kötüsü oyalamak değil çünkü.

    Fakat böylece ifade ederek, siyah-beyaz netliğinde bir meseleye bulaştığımızı zannetmememiz gerekiyor. Çünkü her şeyden önce, sinema seyirlik bir sanat. Yani bir seyircisi olmalı ki, sinema var olsun. Popüler sinemanın, beyni absorbe eden ve büyüleyici cazibesi karşısında, uzun meditasyon seanslarından bile daha içe dönük sinema filmleri, haliyle seyirciyi sinema salonlarından kaçırıyor. Ve düşündürücü sinema, seyircisi yok olduğu için yok olmaya yüz tutuyor.

    Peki başka bir yolu yok mu? Seyirlik ama düşündürücü filmler yok mu? Var ama, sayıları pek çok değil malesef. Hızlı kurgu ve aksiyon filmlerine methiyeler düzen ve film izlerken -aslında hiç bir şekilde- düşünmeyi sevmeyen kalabalıkları, egolarının en kaba halinden sıyırmaya, limbik sistemin cazibeli mesajlarını kovalamaktan alıkoymaya yarayabilecek bir formül bulunabilir mi?

    Böyle bir formülü bulan bir sinemacı tanıyorum: Sergio Leone. Bu konuya bir sonraki yazımızda değinmeye devam edelim.

    Etiketler: , ,

    <$BloCuma, Mayıs 11, 2007

    <$Blo


    Uğraştı gam gününde güneş, bahçıvan gibi,
    Son hamlesiyle döndü gülistâna her mezar;
    Sahrâyı tuttu kahkaha şeklinde lâlezâr,
    Vâdiyi sardı meş'aleler erguvan gibi.

    Bir hüsn ü ân müsâbakasından gelir bahar,
    Mevsimlerin başında, bir iklîme şan gibi:
    Göğsünde lâleler tutuşurken nişan gibi,
    Her kuşta, her çiçekte bir alkış, bir iftihar...

    Hayretteyim, seninle geçen hoş zaman gibi;
    Vurdukça lâleler, derelerden şarâb akar;
    Hâlinde gizli bir azamet, haklı bir vekaar:
    Târîhe vermiş ismini bir kahraman gibi.

    Faruk Nafiz Çamlıbel, Han Duvarları, MEB Yayınları, İstanbul, 1995.

    Etiketler: , ,