• Cumartesi Yazıları
  • Düşler ve Erdemler

    Kılavuzu Don Quijote olanın burnu Cyrano gibi olur.

    Google
     
    Web Düşler ve Erdemler'de
    <$BloCuma, Aralık 23, 2005

    <$Blo

    Bugünlerde İnternet 2.0'dan söz ediliyor, kısaca şu demek: Bugüne kadar (internetin 15 yıllık kısa tarihinde) internet, tek yönlü bilgi akışını temsil etmekteydi; üretici-kaynak ayrı, alıcı ayrı idi. Broşür benzeri web sitelerinden tutun sadece haber aktaran sitelere kadar bu kaynak-alıcı ayrımı keskin hatlarla ayrılıyordu. Ancak, şu an bu yazıyı okumakta olduğunuz gibi ortamlar artmaya başlayınca kaynak ile alıcı arasındaki sınırlar kesinliğini yitirmeye başladı. Bloglar (pek çoğu kişisel de olsa), aslında alıcı olması beklenen kitlenin, aynı zamanda kaynak olabileceğini göstermiyor mu? Ya da bir haber sitesine girdiğinizde okuduğunuz bir haber kadar, habere yazılan okuyucu yorumlarını aramıyor mu gözleriniz? Örneğin eskiden beğendiğiniz siteleri "bookmark"lar ya da favori sitelerim'e eklerdiniz. Aklınıza gelirse bir dahaki sefer kolaylıkla göz atabilmek için... Bookmarklarınızdan sizden başka kimseler haberdar olmazdı. Oysa bugün işler hızla değişiyor.
    del.icio.us gibi bloglines.com gibi bookmark paylaşmaktan çok daha fazlasını bulabileceğiniz uygulamalar, alışageldiğiniz internet kavramını yıkıyor ve yerine yeni yeni telaffuz edilmeye başlanan İnternet 2.0 kavramı yerleşiyor... P2P programları (şu meşhur Napster ile popüler olan programlar) büyük sermayeli şirketler ne kadar peşlerinden kovalarlarsa o kadar hızla kaçıyorlar ve kullanıcı sayıları her gün artıyor. Forumlar en çok ilgi gören web siteleri oluyor belki de. Mahkum.net'te biz de böyle bir şey yaptık. Çok da olumlu sonuçlar elde ettiğimizi çok sayıda taze ve güçlü zihinle tanışma fırsatı bulduğumuzu söylemeliyim. Bir sinema filminin yapım süreçlerini paylaşıma açmak da ne işe yarar demeyin, siteyi inceleyin, yazılanları okuyun, kendi gözlerinizle görün. Kendi adımıza bilgiyi paylaşmanın, bilgiyi çoğaltmak gibi bir sonucu olduğunu görmüş olduk... Flicker gibi acayip uygulamalar her geçen gün yaygınlaşıyor. İnternet 2.0 tek bir temel kavram üzerinde yoğunlaşıyor, o kavramın etrafında dönüyor. Paylaşmak... Sizi temin ederim (aslında umarım!), İnternet 2.0'ın sonucu olarak İnsanlık 2.0 doğacaktır! Bireyciliğin bencilliğe dönüştüğü korkunç bir dünyada, imdada yetişen İnternet 2.0 mı olacak?

    "Paylaşmak" deyince: telif haklarının "gerçekte ne olduğu" konusunda, büyük sermayeli medya gruplarından farklı görüşler de, internette konuşuluyor örneğin...
    Il Postino'da Postacı'nın Pablo Neruda'ya ettiği sözü hatırlamayan var mıdır: "Şiir yazıldıktan sonra şairin malı değildir". Ama gelip de görün ki bugünün sanatçıları (aslında sanatçılardan çok, yazar kasanın başında oturanlar) aynı düşüncede değiller. Onlara göre bir şarkı ya da bir film ya da bir kitap (sanatçının çok umurunda olmasa bile) satın alınması gereken bir ürün. Paraya dönüşmeyen hiç bir şey, "bir şey" değildir onlara göre. Aman tanrım! Korsanlara destek olmak amacıyla yazılmış satırlar değil bunlar! Çünkü "korsan" adı verilen arkadaşlar da, aynı sanat eserini paraya dönüştürme heveslisi başka bir grup insan aslında, değil mi? Dev plak şirketleri, dağıtımcılar ve kitap yayımcılarından bu noktada pek farkları yok. Sermaye sahibi gruplar, Postacı'ya göre kimseye ait olmayan bir şeyin "sahibi" olma konusunda hukuki bir takım işlemleri, sanatçıları da yanlarına alarak, gerçekleştirmektedirler. Korsanlar ise bu hukuki süreçleri hiçe sayarak kimilerine göre "emek hırsızlığı" kimilerine göre ise düpedüz hırsızlık yapmaktadırlar. Ama bir soru: Bir sanatçının, eserinin satılmasını, izlenmesi/dinlenmesi'nden çok istemesi normal midir?

    Belki de bütün bu olan bitenin sebebi, garip bir dünyada yaşıyor oluşumuz ve bunun pek de farkında olmayışımızdır, ne dersiniz? Her zaman garibime gitmiştir: sporculuğun bir meslek olması ve bazı insanların hayatlarını bu şekilde kazanıyor olması... Oysa spor temelde, bireylerin daha sağlıklı olmaları için yapılmalı değil mi? Ama geride kalan zamanlar içinde olaylar öyle gelişmiş ki, spor; ülkelerarası ideolojik rekabet anlamına gelmiş, "seyirci" diye bir kavram ortaya çıkmış ve birileri de bu seyirlik olayın paraya dönüşebileceğini farketmiş ve hop! Bir endüstri oluşmuş... Artık spor profesyonelleri var. Düşünün, haftanın yedi günü idman yaparlar, maç zamanı seyircilerin önüne çıkıp meslek icra ederler. Sporun temelinde olması gereken ruh, o an, ya vardır ya da yoktur, bilinmez... Önemli olan bir endüstrinin var olmasıdır. Böyle olmamalı tezini (şimdilik) ortaya atmıyoruz, dikkat ediniz. Bir saptama yapmaya çalışıyoruz. Çünkü varmak istediğimiz bir yer var.

    Belki
    sanat ve fikir eserleri üretimi için de benzeri şeyler söylenebilir, üzerinde biraz kafa yormalı önce... Birey merkezli paradigmanın dünyamızı getirdiği durumu tasvir etmeliyiz. Öncelikle birey merkezli paradigmanın ürettiği kimi kolay tüketilir ürünlerdeki alt metinleri okuyalım mı? (Bu alt metinleri ve benzerlerini herhangi bir hollywood filminde ya da reklamlarda görebilir, örnekleri kendiniz çoğaltabilirsiniz): "Be yourself" (kendin ol), "i want my life back, OK?" (hayatımı geri istiyorum, tamam mı?), "express yourself" (kendini ifade et), "Superman"!, Jesus (hem tanrı, hem insan, en büyük(!) sembolik birey)... Birey, birey, birey ve yine birey. Bu bir paradigma. Ve bugünün dünyasında etken paradigma. Egemen paradigma. Kitle iletişim araçları hep birey merkezli paradigma bombardımanı yapmaktadır. ABD'ye gidip gelenler anlatırken egosantrik (benmerkezli) yaşam tarzının ayrıntılarını duymuşsunuzdur. Örneğin filmlerde bolca görürsünüz; ABD vatandaşlarının bir "winner" ve "loser" olma takıntıları vardır. Bir "loser", yaşamaya layık olmayan sefil bir yaratık oluverir. Çünkü ABBA, bireyci paradigmanın en koyu alt metnini açık ve net buyurmuştur: "The winner takes it all". ("Kazanan" her şeyi alır).

    Birey merkezli paradigmanın ürettiği bitmek tükenmek bilmeyen hırsın, tarih boyunca şiddete ve kana dönüştüğü çok olmuştur.
    Gözlerini altın hırsı bürüyen Pizzaro, istediği altını getirttiği halde Atahuallpa'yı öldürür. Toplamda ise yüzelli milyon insan kılıçtan geçirilir. Belki de insanlık tarihinin en büyük kıyımıdır... Mozambikte Portekizli, Seychelles'de Fransız, Vietnam ve Irak'ta ABD'li neyin peşindedir?

    "Winner" olabilmek için "takes it all": İnsanlık 1.0


    Bir versiyon ileriye sıçrayabilmek için Linux'u anlamaya çalışmak yerinde olacaktır. del.icio.us'u yada Emule'u. Bireyci paradigmanın gelişmekte olduğu ama henüz kırılgan olduğu noktada Linux var. Bireyci paradigmanın bireylerinden duyuyoruz bu kez "Paylaşım". Bireyci paradigma, bir yandan toplumcu paradigma'yı özgürleştirmeye ve kitle imha silahlarından arındırmaya çalışadursun, içeriden toplumculuğa doğru bir yönelim de yaşamaktadır. ABD'li bir yönetmenin ABD'nin en popüler kavramlarından "winner-loser" mantığına indirdiği bir çeşit darbe olan filmi, aslında sinemasal anlamda pek de matah bir film olmamasına rağmen neden bu kadar popüler oluyor? Ve neden en iyi film oscarı dahil ödüller alıyor, filmin içine serpiştirilmiş anahtar kelimeler neden hep "gerçekte kazanmak nedir, kaybetmek nedir" deyip duruyor. Bir başka çok sevilen filmde "show me te money", "less client, less money"e dönüşüyor.Neden? İnsanlık 2.0'ın kendisini hissettirmeye başladığını düşünüyoruz... Bombardıman altındayız, ufuktaki yükselen paradigmayı bugünün bombardımanı yüzünden gözden kaçırmamalıyız. Bilgisayar ve internet kurtları bu konuda çok daha şanslılar. Çünkü internette paylaşmayı öğrenmek mümkün. Hatta çok kolay. Darısı İnsanlık 1.0'ın başına. Çünkü zayıflamaya milyarlarca amerikan doları harcamak bir yanda Afrika ve Asya'nın pek çok yerinde bir deri bir kemik olmak diğer yanda.
    <$BloPerşembe, Aralık 01, 2005

    <$Blo

    Motosiklet kimilerine göre heyecan ve macera arayan kızları tavlamak için kullanılan bir araçtır. Kimilerine göreyse "Hızlı yaşa - Genç öl - Efsane ol" felsefesinin sembolüdür. Aşağıdaki metin, The İmam filminde çizilen imam portresiyle bir arada düşünülünce motosiklet için yeni bir tanım daha getiriyor: "Açık görüşlü din adamının olmazsa olmazı."

    "Diyorum ya sana, mecnun gibiydin. O zamanlar çok dindar olduğun için hemen manevi eğitimcin Don Renato'ya gittin, şu kafasından bereyle motosiklet kullanan ve herkesin açık görüşlü dediği rahiplerden biriydi. Eleştiri rununa sahip olmak gerektiğini düşündüğü için, kilisenin yasakladığı yazarları bile okumana izin veriyordu. Ben böyle bir şeyi bir rahibe anlatmaya cesaret edemezdim doğrusu, ama senin birine açılman gerekiyordu..."

    (Umberto Eco, Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi, sayfa 251, Doğan Yayınları, Ekim 2005.)

    Umberto Eco, biyografik izler de taşıyan son romanında, bir kaza sonucu hafızasını yitiren 60 yaşında bir sahafın hikayesini anlatıyor. Antika kitap satıcısı, kazadan sonra geçmişiyle ilgili -adı soyadı, karısı, çocukları, torunları dahil- hiçbir şey hatırlamıyor. Ama okuduğu kitaplar ve ansiklopedik bilgiler bir şekilde hafızasında kalmış. Yukarıda alıntıladığımız bölümde, gençliğinde yazmış olduğu şiirleri inceleyerek bir zamanlar delicesine aşık olduğu birinin bulunduğu anlayan antikacı, merakını gidermek için, ilkokuldan liseye kadar beraber okuduğu çocukluk arkadaşından bilgi alıyor.