• Cumartesi Yazıları
  • Düşler ve Erdemler

    Kılavuzu Don Quijote olanın burnu Cyrano gibi olur.

    Google
     
    Web Düşler ve Erdemler'de
    <$BloPazar, Kasım 27, 2005

    <$Blo

    Araştırma-soruşturma, polis, yargı, infaz hepsi bir arada! Bitmedi. Devamı da var. Devletin temel görevleri arasındaki yasama ve yürütme de var görevleri içinde. Bitmedi. Dokunulmazlığı da var. Hiç kimse eleştiremez kendisini. Aleyhte tek kelime söyleyen ömür boyu afaroz edilir. Bitmedi. Savaşlar O'nun için çıkarılır. Terör eylemleri O'nun için yapılır. Sonuç olarak milyonlarla insanın hayatı kararır, kitle ölümleri yaşanır. Dördüncü kuvvet olmak yetmez kendisine. Bitmedi. Birinci kuvvet olmak da yetmez kendisine. Tek kuvvet olmak istemektedir.

    İnsanoğluna ucuz ve pespaye eğlencelerle mutluluğu verir. O'nsuz geçecek bir tek gece bile düşünülemez. O'nsuzluk yeryüzü cehennemi gibidir, azaptır. O'nun ışıltılı dünyası her şeyi unutturur. Bir elinde cennet vardır, bir elinde cehennem. O'nun tarafındaysanız, size bütün sahte mutluluklarını sunar, en güçlü uyuşturucudan daha kuvvetlidir. Bu haliyle, hemen hemen bütün dinlerde bahsi geçen "gelecek"teki kötülüğün temsilcisi "deccal"e benzemektedir ama kimin umurunda! "Gelecek" bugün gelmiş olamaz... Olsa da kimin umurunda? Acelesi olan insan kitlelerinin mutluluğa da acilen ihtiyacı olduğu için, mutluluğun sahtesine razıdır, insanoğlu. Yeter ki acilen ulaşılabilsin...

    İnsanoğlunun en ilkel dürtüleri, O'na en büyük gücünü verir. İçgüdüler, refleksler, cinsellik, şiddet, öfke; O'nun zenginlikleridir. Reyting ya da tiraj için, bütün kutsallarınıza tecavüz edebilir.

    Firavun'un çağdaş büyücüsüdür. Ama bu kez bütün "büyü yılanlarını" yutup yok edecek Asa-yı Musa ortalarda görünmemektedir. O yüzden kendinden emindir. Gücü sorgulanamaz.

    Kendisi "özgür"dür. Eleştirmek; geri kafalılık ya da örümcek beyinli olmaktır.

    Eğer O'nun karşısındaysanız hiç bir şansınız yoktur bu koca dünyada. Size düşen sadece elinize bir silah alıp kendinize doğrultmanızdır. Yapacağınız en doğru şey tetiği çekmek olacaktır:
    http://www.hurriyet.com.tr/gundem/3569607.asp

    Kimdir bu ünlü? Tanıyabildiniz mi?
    <$BloÇarşamba, Kasım 23, 2005

    <$Blo

    Gambiya
    <$BloÇarşamba, Kasım 16, 2005

    <$Blo

    Bakınız

    <$Blo


    Burada katılımcılar en çok etkilendikleri filmleri gönderiyorlar ve gönderilen her liste daha sonra oylanarak tek ve kollektif bir en iyi filmler listesi oluşturuluyor. Katılım herkese açık.
    <$BloSalı, Kasım 08, 2005

    <$Blo

    Oğuz Atay, "Oyunlarla Yaşayanlar" adlı tiyatro eserinde bir başka tutunamayanın öyküsünü anlatıyor. Emekli olduktan sonra çarpıcı bir oyun yazmaya çalışan ve bunda muvaffak olamayan Öğretmen Coşkun'un şahsında Türk aydınının dramına işaret ediyor.

    (Coşkun'un evi. Coşkun, Saffet, Servet, Ümit, Cemile. Coşkun koltukta oturur; ayaklarını bir sandalyeye dayamıştır; dizlerinde yarım bir örtü.)

    COŞKUN: Ben de Saadet Nine'yi çok sevmediğimi sanırdım. Ölüm bile beni yalancı çıkarmak için uğraşıyor. Anlamıyorum. Oyun nerede bitiyor, hayat nerede başlıyor, hiç anlamıyorum. (Cemile hıçkırır.) Hayat nerede bitiyor, ölüm nerede başlıyor? (Pencereye bakar.) Ölümün bize bu kadar yaklaşmasına neden izin veriyoruz anlamıyorum. (Odadakilere döner.) Tedbirlerimizi almalıydık; ölümün bizi böyle en hazırlıksız olduğumuz anda yakalamasını önlemeliydik. (Parmağını sallar.) Bu hepimize bir ihtardır. (Yavaşça kalkar; Saffet oturması için bir işaret yapar; dinlemez. Pencereye yaklaşır; dışarı bakar.) Neden bahçeye bakıyorum, biliyor musun? Ölümü seyrediyorum.
    SAFFET (Coşkun'a yaklaşır): Yeter artık Coşkun; biliyorsun yorulman doğru değil.
    COŞKUN (Saffet'i duymamış gibi): Aynı hatayı bir daha yapmam artık. (Başını sallar.) Artık ölümü gözden kaçırmaya gelmez. (Servet'e döner.) Biliyor musunuz, bazı geleneklerimizi ihmal etmekle nasıl çaresiz durumlara düşüyoruz. (Servet anlamadan bakar.) Canım, mesela şu ölümle içiçe-yaşama geleneğimizi korusaydık böyle gafil avlanır mıydık hiç?
    SERVET (anlamadan): Efendim?
    COŞKUN (ciddi bir sesle, anlatır gibi): Eskiden insanlarımız ölümle yanyana, hatta içiçe yaşarlardı. Eskiden ölüm, küçük mezarlıklarıyla evlerimizin bahçelerine kadar sokulmuştu. Bu durum bir ihmal sonucu doğmamıştı: İnsanlarımız buna, bilerek izin vermişlerdi. Hatta bu konuda ölümü teşvik etmişlerdi bile diyebiliriz. Her sokakta ahretin bir şubesi açılmıştı. Her şey belirli bir düzen içinde yürütülüyordu: Parmaklıklı pencereler, taş duvarlar, bu iş için özel olarak yetiştirilen serviler... ve her biri, temsil ettiği insana benzeyen o güzelim mezar taşları... (Başını sallar.) Hayır, hiçbir şey tesadüfe bırakılmamıştı.
    SAFFET: Neler söylüyorsun Coşkun?
    COŞKUN: Önemli mezarlıkların belirli yan kuruluşlan vardı: Türbeler, sebiller bu ahret kurumlarına daha ciddi bir görünüm veriyordu. Bu tedbirlerin kısa bir sürede yararı görüldü: İnsanlar, ölümün görüntüsüyle böylesine samimi olduklan için, hayatın anlamını bizlerden daha fazla takdir ederek yaşıyorlardı. (İçini çeker.) Bizim sokakta da şöyle iki hanelik şirin bir mezarlık olsaydı... ve her gün işimize giderken kavuklu ya da sarıklı bir mezar taşıyla merhabaIaşsaydık... ve çok ihtiyar bir kadının çok gecikmiş ölümü bizi böyle sarsmasaydı.
    CEMİLE (biraz korkuyla): Sana ne oluyor Coşkun?
    COŞKUN: Kıyıda köşede bir iki küçük mezarlık kaldı tabii... ilkbaharda güneşin unuttuğu kar parçaları gibi. Ama onlar da, ne bileyim, eski eserler filan gibi oldular; bize tesir etmiyorlar artık. (Odadakiler hayretle Coşkun'a bakmaktadır.) Açık hava müzeleri gibi. İnsan dev gibi bir mezar taşının yanından geçiyor da, bana mısın demiyor. Büyük bir aldanış içindeyiz. (Pencereden dışarı bakar.) Biliyor musunuz, ne düşünüyorum? (Odadakilere döner.) Saadet Nine'yi bizim bahçeye gömmeliyiz.

    CEMİLE (korkuyla): Delirdin mi sen?
    COŞKUN: Evet, muhakkak şu kiraz ağacının altına gömmeliyiz. Zaten ağaç çok boy verdi, meyveleri bir işe yaramıyor. Kendi bahçemizde küçük çapta bir özel girişimde bulunmalıyız. (Yapma bir sesle.) Bu alanda da artık özel teşebbüsün sesini duyurmalıyız. Her bahçeye bir mezarlık, ölünüz kadar mezar! Bu işte ben öncülük etmeliyim. (Sesini yükseltir.) Çünkü ben bir zamanlar karımın servetini, bir sürü borçla birlikte, özel teşebbüs mezarlığına gömmüştüm. İflas tabutunda boyumun ölçüsünü almıştım. (Sesi yumuşar.) Saadet Nineciğim, yakınımızda olmalısın, hiçbir şeyin eksikliğini duymamalıyız, eskisi gibi yaşayıp gitmeliyiz.

    (Oğuz Atay, Oyunlarla Yaşayanlar, sayfa:90-92, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004.)

    <$BloCuma, Kasım 04, 2005

    <$Blo

















    2 Film Birden kuşağımızda bugün, yönetmen Frank Capra'dan iki film var. İlk filmimiz 1938 yılından
    Mr.Smith Goes To Washington. Bay Smith Washington'a Gidiyor. Başrollerde bir unutulmaz aktör James Stewart, Jean Arthur var. Politika ve iş dünyasının acımasız kurallarına ve kokuşmuş, göstermelik demokrasi çarklarının arasına çomak sokan köylü, asf ve temiz bir delikanlı, bir izci liderinin inanılmaz öyküsü... Filmde de bir kaç kez referans olarak verildiği gibi sadece gölgeleri büyük olan yeldeğirmenleriyle savaşmak zorunda kalan tipik bir Don Quijote öyküsü. Kayıp Dava'sının peşinde yılmadan savaşan bu delikanlı büyük şehir insanına ve günümüz politika dünyasına unutulmaz bir ders veriyor. Film, bütün büyük klasikler gibi zamansız. Bin yıl önce de bin yıl sonra da "güncel" olmaya devam edecek bir başyapıt. Hayatı boyunca uzun ve karanlık bir tünelde yaşayan insanlar için "uyandırıcı" bir film.

    Bay Smith'in tek amacı Willet Nehri kıyısına, gençler ve çocuklar için, ülke ideallerinin öğretileceği bir kamp alanı yapılmasını sağlamak. Ama bilmediği bir şey var: Bir takım karanlık emelleri olan çok güçlü insanların, aynı nehre bir baraj kurarak çevredeki değeri artan arazileri yüksek fiyatlarla satmak gibi amaçları olduğu... Savaşılmaya layık tek davalar kayıp davalardır. Büyük Buhran sonrası Amerikan iyimserliğini temsil eden anlatımıyla, Türkiye'de türkçe altyazılı DVD'si çıkan bu film izlenmeli ve arşivlenmeli, saklanmalı.

    It's A Wondeful Life, Şahane Hayat ise 1946 yılından bir film. Başrolde erkek oyuncu olarak yine James Stewart'ı görüyoruz. Ancak bu kez kadın oyuncu Donna Reed. Görevli bir memurun hatası üzerine zamanından önce public domain, yani "halkın malı" olan bu film; telif hakkı ödemeden isteyen her TV kanalının yayınlayabileceği yasal statüye gelince hatırlandı ve bütün dünyada en çok sevilen ve izlenen filmlerden biri haline geldi. Film,
    1908 doğumlu George Bailey adındaki bir kişinin yaşamöyküsü. Frank Capra bu filmde de inanılmaz bir iyimserlikle, unutulmaz ve zamansız bir klasiğe imzasını atıyor.

    "Her birimiz, hiç değilse hayatlarımızın bir bölümünde, yaşamaktansa ölmeyi istediğimiz dönemler geçirmişizdir", diyor filmin yazar ve yönetmeni Frank Capra. Ve böylesi anlarda "eğer hiç doğmamış olsaydık dünya nasıl olurdu" sorusunu kendimize yöneltmemizi istiyor. Bu film için ister fantastik, ister masalsı deyin, izledikten sonra arkanıza yaslanıp düşüneceğinizi belki de kendi hayatınızı gözden geçirip bir kaç damla gözyaşı dökeceğinizi tahmin edebilir, öngörebiliriz. Çocukluğundan beri, bir gezgin, bir maceracı olmak isteyen, bütün dünyayı gezmek isteğiyle yanıp tutuşan bir insan, nasıl olur da bütün hayatı boyunca bir küçük kasabaya tıkılır kalır? Cevap, insan olmanın en yüce en kutsal gerekliliklerinden birinde yatıyor. George Bailey, her zaman "bir başkası için yaşamak" diyor... Ne kadar da ihtiyacımız olan bir kavram, hem de kendimizi tatmin etmediğimiz, kendimiz için yaşamadığımız, bir saniye için bile mutsuz olabildiğimiz, bugün...
    Günlük hayatın karmaşasından uzaklaşmak için, aslında yüzyüze olduğumuz en temel gerçekler üzerinde düşünmek ve duygularımızı çalıştırmak için, böylesi filmler hep yapılmalı diyoruz... Arşivlenmesi gereken bu özel film de ülkemizde DVD olarak yayınlandı.

    Zuzu'nun yapraklarını unutmadık, Frank Capra! Şapka çıkartıyoruz! Ülkemiz sinemacılarının Capra'nın bakış açısından öğreneceği çok şey var.