• Cumartesi Yazıları
  • Düşler ve Erdemler

    Kılavuzu Don Quijote olanın burnu Cyrano gibi olur.

    Google
     
    Web Düşler ve Erdemler'de
    <$BloCumartesi, Ekim 29, 2005

    <$Blo

    Bu adama dikkat: Andrew Niccol.

    Dikkatimizi önce
    Gattaca ile çekmişti. Sonra Truman Show geldi ve şapka çıkarttık. Ardından S1m0ne yine derin sayılabilecek ironik bir denemeydi ama ilk ikisi kadar etkileyici bulmamıştık. Sonra The Terminal'in senaryosu dikkat çekiciydi yine... Ve son olarak bir kez daha şapka çıkarttık: Lord Of War.

    Lord Of War "uyandırıcı" bir film. Mutlaka izlenmeli. Bir yıl içinde bu konuya değinen çok sayıda film çekilmeli. Onlarca, yüzlerce... Daha önceleri benzer bir eleştiri Liberty Stands Still ile sinemaya aktarılmış ama çok zayıf kalmıştı. Lord Of War, şaşkınlık verici. Sinemalarda.
    <$BloSalı, Ekim 25, 2005

    <$Blo

    Akşam saatlerinde yayınlanan Di-Zi'lerin trajik sonuçlarını aynı kanalda gündüz saatlerinde izleyebilirsiniz.

    Her Ti-Vi kanalının akşam saatlerinde mutlaka Di-Zi'leri var. Belli bir yaşam tarzı izlettiriliyor o dizilerde. Sözümona güçlü erkekler, (kağıt üstünde bile yaşamayan, mermer dışkılayan, asık suratlı zibidiler; bunlara ülkemizde jön deniyor) sözümona "hanımağa"lar (yarım eşarplı, yine asık suratlı, rüküş makyajlı, ihtiras küpü; türk sinemasının "femme fatale"leri. Bize de bu yaş grubunda femme fatale'ler yakışır doğrusu! 60+ !!!) Ve son olarak: kırılgan, zavallı, aşk budalası, kadın bile olamayan manken fotoğrafları. Görevleri oyunculuk olan insanlardan değil Di-Zi'lerin içeriğinden bahsediyorum. Bu aralar en popüler olan format bu. Başka yan şablonlar da mevcut. Her biri bir diğerinin benzeri ya da kopyası bu Di-Zi filmlerin. Çünkü kanallarımızın birinci prensibi: Halk bunu istiyor.

    Yarı saydam camın diğer tarafında ise hayatlarını ekmek parası mücadelesi, "yetinmek", didinmek, bin bir türlü sıkıntı, ödenmesi gereken faturalar, çoluk çocuğun hastalığı, okul masrafları ile geçiren aileler. Ti-Vi bu insanlar için bir kaçış. Ti-Vi'de yayınlanan, içinde güç ve ihtiras savaşlarının olduğu yukarıdaki tiplerin ara sıra aşk olarak nitelenebilecek "ölümüne sevdalar" yaşadıkları dünya ve yaşam tarzı şovu Ti-Vi izleyen insanlar için bir kaçış. Gerçeklerden ve, o sihirli düğme kapatıldığında bekleyen faturalardan bir kaçış. Bir yolu olsa da o düğme hiç kapatılmasa! O Di-Zi'lerde ve magazin programlarında gösterilen yaşam tarzı arzulanan bir objeye dönüşüyor, fetiş haline geliyor zamanla. Düşünün ki kafeslerde yaşayan bizleriz ama bu kez onlar bizi değil biz onları izliyoruz bu insanat bahçesinde...

    Gece bitip de Di-Zi'lerin o harika dünyası sona erince (ama iyi haber; her geçen saat bir sonraki Di-Zi gecesine yaklaşmak anlamına da geliyor) muhteşem sosyal içerikli kadın programlarımız başlıyor aynı Ti-Vi kanallarında. Bir gece önce izlediği yaşam tarzını yaşadığı evde göremeyen 14-15 yaşındaki kızların kaçış öyküleri, kocasını ya da karısını aldatan "Di-Zi yaşam tarzı" tutkunları, bir kurtarıcı olarak yine
    soluğu Ti-Vi'lerde alan camın diğer tarafındaki "halk"... Yani akşam saatlerinde yayınlanan Di-Zi'lerin, gösterilen yaşam tarzının, trajik sonuçlarını aynı kanalda gündüz saatlerinde izliyorsunuz...

    "Kazanan taraf" olma şansınız yok. Yarı saydam camın her iki tarafı da kaybediyor aslında. Kazanan yok bu büyüde. Büyüyü yapan da büyülenen de kaybediyor.

    Ti-Vi izlemeyin. İlla ki izleyecekseniz haber izleyin ama bu kez de gördüklerinize sakın inanmayın. Çünkü o haber size gelene kadar kimbilir kaç kez denetim ve uygunluk testinden geçiyor! Kendi yaşam tarzınızı kendiniz seçin, etki altında kalmayın. İnsan kendisi gibi olmaktan utanır mı hiç? Sahip olduklarıyla mutlu olan bir insan bu dünyada istenmiyor, unutmayın. Çünkü o insan iyi bir tüketici değildir. Bkz. John Carpenter - They Live.
    <$BloPazar, Ekim 16, 2005

    <$Blo

    90'lı yılların en akılda kalıcı filmlerinden biriydi L.A. Confidential. Film hakkında bir şeyler yazmak değil niyetim. Amacım yaptıkları her zaman yanında kalan o karanlık insanlar hakkında konuşmak. Sayıları çok değil. Ama sanal da olsa güçleri var. Kendilerini Tanrı'dan bile daha planlı, akıllı ve güçlü zannediyorlar. Onlara filmi izlediğim günden beri ben de Rollo Tomasi adını veriyorum.

    Filmde, Guy Pearce'in canlandırdığı acemi dedektif Ed Exley'in babasını öldüren ve asla kim olduğu bulunamayan kişiye taktığı isim Rollo Tomasi. Gerçek bir isim değil. Bir niteleme aslında. İşlenen bir suçun asla bulunamayan faili. Düşünün ki yüzsüzce aramızda dolaşır bu suçlu insanlar. Asla yakalanamayacaklarını bildikleri için keyifleri de hep yerindedir. Çoğu zaman kendilerine kurdukları korku ve sindirmeyle örülü duvarın arkasında yaşarlar. Büyük bir cinayet ya da büyük bir soygun yapmışlardır, zimmete para geçirmiş, şantaj, rüşvet ya da binbir çeşit başka suç işlemişlerdir ama yakalanma ve ifşa edilme korkuları yoktur.

    Bundan bir kaç hafta önce televizyonda, Demirel'in yeğenini gördüğümde bu adam Rollo Tomasi olamaz diye düşünmüştüm. İsviçre'deki hesabına 2-3 milyon dolar yatırmış olabileceği söyleniyordu yanlış hatırlamıyorsam. Bir kaç yüz milyon dolarlık bir yolsuzluk söz konusuysa orada bir Rollo Tomasi olması da pek muhtemel geliyor bana doğrusu. Eğer şu meşhur hortum olaylarında Rollo Tomasi'ler varsa emin olun yakalanmayacaklarından emin bir şekilde keyiflerini sürmeye devam ediyorlar... Bu konu sadece bir örnekti. Amacım "hortum" olaylarına da büyüteç tutmak değildi. Amacım Rollo Tomasi'lerin varlığını hatırlatmak sadece. Bu tam Don Quijote'luk bir konu!

    Sokaktaki insan, yani bizler. Etki altındayız. Ozonu biz delmedik. Yan etkileri tam bilinmeyen ilaçlar bizim üzerimizde denendi belki farkına bile varmadık. Sadece daha fazla para kazanmak isteyen küresel Rollo Tomasi'ler birbirleriyle yarışsınlar diye kolaylıkla gözden çıkarılabilecek kitleleriz biz. Irak'ta savaş çıkaranlar da küresel teröristler de sayıları belki de çok çok az olan bir kaç Rollo Tomasi'nin oyuncağıdır, kim bilir?

    Bundan birkaç yıl önce kolesterolün kalp ve damar hastalıklarında zararlı bir etken olmayabileceğini söyleyen bir bilimadamıyla tanışmıştım. Amerika'nın en saygın tıp araştırma hastanelerinde çok sayıda araştırma yaptıktan sonra bu kanıya varmıştı. Ama araştırmalarının sonuçlarını açıklayamıyordu. Neden mi? Belki büyünün etkisinden kurtulmanıza yarayabilir: ABD'de çalıştığı enstitü ve hastaneler zinciri aynı zamanda büyük bir kolestrolsüz gıda üreten grubun bünyesindeydi. Sokaktaki insanın sağlığını takan yoktu. Büyük gıda devlerinin emir buyurduğu gıdaları satın almalıydı. Sokaktaki insan hasta olursa bu kez ilaç devlerinin kucağına oturmakla yükümlüydü.

    Rober Ludlum'un Sars mikrobuna şaşırtıcı şekilde benzeyen bir başka mikrobun ilaç devleri tarafından üretilip daha sonra salgınla pençeleşen kitlelere "panzehirini" satmak için doğaya salıverilişini anlatan romanı emin olun bize çok uzak bir öykü değil. Daha bugün büyük bir ilaç devinin bir ilaç patentine sahip olduğu için benzeri ilaç üretimine izin vermeyişini okuduk gazetelerde. Kitlelerin yükümlülüğü iyileşmek değil, satın almak.

    Rollo Tomasi, çağdaş büyülerin mimarıdır. Rollo Tomasi "Yaşam Tarzı" büyüsü ile büyüledi bizi. "Tüketim Büyüsü" ile büyüledi. "Medya Büyüsü" ile. "Bilim Mitosu Büyüsü" ile. Büyülenip büyülenmediğinizi anlamak için bir test önereceğim: Açın popüler bir gazeteyi, açın popüler bir televizyonu: Orada bazı değer yargılarının iyi bazılarının kötü olarak tanıtıldığını, bazılarına iyi, çağdaş, modern vs. dendiğini göreceksiniz. Medyatik tartışmalardaki argümanları gözden geçirin. Nelerin iyi nelerin "kaka" olduğuna dikkat edin. Ve bütün "kaka" olanları iyi, güzel ve doğru olarak değiştirin. Mantığınız isyan ediyor mu? "Yok canım bu kadar da olmaz" diyor musunuz? O zaman çağımızın büyülerinin fena halde etkisindesiniz demektir.

    Rollo Tomasi ise, tıkır tıkır işleyen sistemine gururla bakıyor olacak o sırada. Büyük ihtimalle gülümsüyor olacak...
    <$BloÇarşamba, Ekim 12, 2005

    <$Blo

    Okulun son dönemlerine denk gelen bir zaman diliminde, gelecekle ilgili planlarımın karmaşıklığının getirdiği bir zihin yorgunluğu içinde neredeyse bütün bir geceyi uykusuz geçirmiş ve o kafayla ders dinlemenin mantıklı bir hareket olmayacağı yargısına vararak sabahın erkeninde Taksim'e yollanmıştım. İstiklal Caddesi'nin girişinde onu gördüm. Yanına yaklaştım ve küçük bir selamlaşmadan sonra kendimi tanıttım. Bir kaç hafta önce bir şiir kitabını okumuştum. Beraber caddeden aşağıya yürürken sohbet ettik. Gerçi okuduğum şiir kitabının adını o an hatırlayamayarak biraz ayıp ettim (muhtemel sebebi için bkz. ilk cümle) ama şiir(in)e olan ilgimi gösteren bir kaç jestle durumu kurtardım sanıyorum. Fen Fakültesi'nde okuduğumu öğrenince kendisinin de matematik ve astronomiye ilgi duyduğunu, kitaplar okuduğunu söyledi. Sohbetin bir yerinde, kendisinden habersiz posta kartlarına basılan ve bestelenen şiirlerinden dolayı şikayet etti. Velhasıl bu 5-10 dakikalık konuşma, İstanbul'daki şair/yazar karşılaşmaları ve görüşmeleri arşivimdeki mutena yerini aldı.

    Herkesin kendine göre, aklında kalan bir kaç mısrası vardır. Benim içinse daha çok Ahmet Kaya'nın sesinden dinlediğim şarkının sözleri:

    Sen benim hiçbir şeyimsin

    Yazdıklarımdan çok daha az
    Hiç kimse misin bilmem ki nesin
    Lüzumundan fazla beyaz
    Sen benim hiçbir şeyimsin
    Varlığın yokluğun anlaşılmaz

    Galiba eski liman üzerindesin
    Nasıl karanlığıma bir yıldız olmak
    Dudaklarınla cama çizdiğin
    En fazla sonbahar otellerinde
    Üniversiteli bir kız uykusu bulmak
    Yalnızlığı öldüresiye çirkin
    Sabaha karşı öldüresiye korkak
    Kulağı çabucak telefon zillerinde

    Sen benim hiçbir şeyimsin

    Hiçbir sevişmek yaşamışlığım
    Henüz boş bir roman sahifesinde
    Hiç kimse misin bilmem ki nesin
    Ne çok çığlıkların silemediği
    Zaten yok bir tren penceresinde
    Sen benim hiçbir şeyimsin

    Yabancı bir şarkı gibi yarım
    Yağmurlu bir ağaç gibi ıslak
    Hiç kimse misin bilmem ki nesin
    Uykumun arasında çağırdığım
    Çocukluk sesimle ağlayarak

    Sen benim hiçbir şeyimsin

    - Attila İlhan -
    <$BloÇarşamba, Ekim 05, 2005

    <$Blo

    Semaveri yakmak için mutfağa gittim.
    Romas çay içerken:
    "Bu halk acınacak bir halde. Kendi içlerindeki en iyi insanları öldürüyorlar; bu alçakça bir şey. Belki de bu gibi insanlardan korkuyorlar. Jandarma nezareti altında Sibirya'ya sürgüne giderken bir kürek mahkumu bana şunu anlatmıştı; hırsızmış. Beş kişilik bir çetesi varmış. Sonunda içlerinden biri:
    " 'Arkadaşlar, hırsızlık işini bırakalım artık. İyi bir kazancımız da yok; kötü bir yaşam sürüyoruz,' demiş. Arkadaşları bu yüzden, sarhoşken sızıp kaldığı zaman onu boğmuşlar. Bunu anlatan mahkum, öldürdükleri adamı çok övmüştü:
    " 'Ondan sonra üç kişiyi daha öldürdüm, ama acımadım. Fakat o arkadaşa acıyorum. İyi, zeki, neşeli bir arkadaştı. Temiz kalpliydi.'
    " 'Öyleyse niye öldürdünüz onu ? Sizi ele verir diye mi korktunuz ?' diye soruyorum. Bu sözüme bayağı öfkelendi:
    " 'Hayır, o bizi hiçbir zaman ele vermezdi, hiçbir şey için ! Ama onunla biraz aramız açılmıştı. Sanki biz hepimiz günahkar, o ise namuslu, adeta bize doğru yolu gösteren bir adamdı. İyi olmadı !' "

    (Maksim Gorki, Benim Üniversitelerim, sayfa 198, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul, 2004.)
    <$BloCumartesi, Ekim 01, 2005

    <$Blo


    Özlediğim, aradığım şeyin ne olduğuna karar verdim. Şu an oturduğum evin pencresinden başımı uzatıp karşıdaki parktan gelen çam kokusu, boğazın üstünden akan ılık rüzgarın taşıdığı deniz kokusuyla karışınca oldu bu. Büyük şehrin gürültüsü engel olmaya çalışsa da yirmi, yirmi beş yıl önceye gittim:
    Parlak güneş, ayağımda terlikler, toz toprak bir yol. Terliğin arkasını yere sürte sürte salınıyorum etrafta. Bakkala gidip sıcak ekmekleri kucaklayarak eve getireceğim. O zamanlar hem ekmekler büyüktü hem de ben küçüktüm. Kahvaltıda yiyeceğimiz beyaz peynir ve domatesin tadı ise bugünlerde hiç yok. Ta uzaklarda bir balıkçı teknesinin çıkardığı "pata pata pata" sesler karşıdaki dağlardan bile duyuluyordur eminim.
    Ailenin bütün fertleriyle bir aradayız. Bir sabah kahvaltısı kadar huzur verici bir şey olamaz bu dünyada. Hele on yaşındaysanız... Annemin çay bardaklarına bıraktığı çay kaşıklarının çıkardığı sesler, "mutluluğun sesleri" olarak kazındı ruhuma. Bugün de ne zaman bu sesi bir yerde duysam "işte mutluluğun sesi" derim içimden. Hatırladığım ise on yaşlarındayken yaptığımız kahvaltılardır. Plan hazırdır kahvaltı yaparken. Toprakta yalınayak bol bol koşturulacak, uyanır uyanmaz giydiğimiz şortumuzla denize girilecek, o zamanlar pek nadir olan bir arkadaşın deniz gözlüğünden bana da baktırması için biraz rica biraz da gazoz kapağı oyunu önerisiyle ticaret yapılacak...
    Güneş sabahları kara tarafından denize vurduğu için pırıl pırıldır sabahları. Cam göbeği suyun rengi yavaş yavaş ve uzaklara doğru koyu maviye, laciverte döner. Denizin durgun olması demek bütün gün denizde kalınacak demek, denizde taş sektirmece oynamak kolay demek. Rekor bende. Tam yirmi bir kez. Ama eğer ufukta lacivert rengin içinde tek tük beyaz noktacıklar varsa bu kötüye işaret. Rüzgar geliyor demek. Öğleye kadar denize girilecek, öğleden sonra ise dalgaların kıyıya yosun taşıması izlenecek, demek... Yosunlar denize girerken ayağıma dolanıyor ve hoşlanmıyorum, sanki içinden bir yaratık ayağımı ısıracak ve dolanarak yukarılara çıkacak gibi hissediyorum. Annemin söylemekten bıkmadığı şeyler var, anneler işte... Islak şortla durma, hasta olacaksın... Dizimde, dirseklerimde on yaşında bir oğlan olmaktan mütevellit kabuk bağlamış yaralar... Burnumda denizin ve ağaçların kokusu... Ağustos böceklerinin bu akdeniz manzarasını kusursuz hale getiren, ritmik, bitmek bilmeyen şarkıları... Gölgelerin serinliği, güneşin sıcaklığı. Sararmış saçlar. Necmi Amca'dan satın alınan sade gazozun tadı, ve cebe indirilen gazoz kapağı. Gazoz kapaklarından oluşturulan bir hazine. Türlerine göre özenle tasnif edilmiş, yeniler ve eskiler sıraya dizilmiş...
    Deniz suyu kurur, tuzu kalır tenimde. Sazlıkta minik kefal yavruları poşetle avlanır, yakalananlar bir şişeye konur, ve büyük bir avcı olmuş gibi hissedilir. Ama balıklar yaşamaz ölür bir gecede, ertesi gün bütün kafadarlarla tumturaklı bir cenaze töreni düzenlenir iki santimlik ölü balık yavruları için... Kibrit kutuları tabut.
    Özlediğim bu işte... Ümidim ise bir gün tekrar yaşanacaklar...

    Güzelçamlı-Kuşadası-Aydın-Türkiye