• Cumartesi Yazıları
  • Düşler ve Erdemler

    Kılavuzu Don Quijote olanın burnu Cyrano gibi olur.

    Google
     
    Web Düşler ve Erdemler'de
    <$BloCuma, Temmuz 29, 2005

    <$Blo

    TRT perşembe geceleri BTTF (Back to the Future) serisini yayınlıyor. Dün (28-07-2005) serinin ikinci filmi yayınlandı. Çılgın doktor Emmet Brown önce 2015'e bir yolculuk yapıyor sonra "bir sorunu düzeltmek üzere" 1985'e geri dönüyor sonra tekrar 2015 derken işler karışıyor ve meşhur 11 kasım 1955'e kadar yolları uzanıyor. Yönetmen Robert Zemeckis'in eğlenceli bilimkurgu filminin ikincisinde bir "zaman kırılması"ndan bahsediyor. Tahta üzerinde sözümona Marty'ye ama aslında biz seyircilere durumu açıklıyor. Biraz kafa yorunca paradokslardan kurtulmak imkansız tabii... Ama önemsemiyor ve zamanda yolculuk üzerine
    burada yazılmış bir yazıya ve ünlü bilimkurgu yazarı Heinlein'in bir öyküsü üzerine çizilmiş bir zamanda yolculuk grafiğine dikkatinizi çekiyoruz. Zeka bulmacalarını andıran zamanda yolculuk grafikleri üzerine düşünmek isteyenlerin ilgisini çekebilir.
    Aşağıda da BTTF filmindeki zaman yolculuklarını gösteren bir grafik var.
    <$BloPerşembe, Temmuz 28, 2005

    <$Blo

    Yukarıdaki fotoğrafa dikkatlice bakın. Hemen hemen aynı yaşlarda, iki çok genç insan görüyorsunuz. Soldaki genç bayan Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'te yaşıyor. Objektifimize bir alışveriş merkezinde annesinin kucağındayken takıldı. Adını öğrenebilme şansımız olmadı. Sağdaki genç bayan ise Almanya'nın Heidelberg şehrinde Königstuhl'a çıkan teleferikte ailesinin yanında bize "merhaba" dedi. Adı Debra. Almanya'da bulunan bir ABD'li bir çiftin 2 numaralı kızı, Debra. Her iki genç bayanın da 4 yada 5 yaşlarında olduklarını tahmin ediyorum... Alman New Age sanatçısı, müzisyen Ralf Illenberger'in Horizons albümünden Jamina adlı parçası ve görmekte olduğunuz bu fotoğraf, bir bütünün parçası haline geldiler bu satırlar yazılırken... Ralf Illenberger ise çok sevdiği kızının gülüş sesleriyle süslediği parçasına yine kızının adını vermiş...

    Arkanıza yaslanın ve kendinizi bir an için fotoğraftaki küçük insanların yerine koyun. Neler düşündüklerini, neler hissettiklerini merak ediyorsanız çocukların gözlerine bakın. Duru, sade bir yaşam... Sevgi başrolde.

    Hayatı ve yaşadığımız gezegeni tanımak için böylesine duru ve böylesine sade bakışlara ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum... Ama nedense oyunbozan, kötü çocuklar olan bizler, yukarıdaki duruluğun yanında son derece anlamsız kalan "güç" tutkumuzla, hayatı ve bütün gezegeni, kelimenin tek anlamıyla israf ediyoruz... Terörü, çevre kirliliğini, tüketim çılgınlığını, kişisel hırs ve açgözlülüklerimizi eritecek bir gücü var fotoğraftaki o gözlerdeki anlamın... Bu kırılgan güzelliği önce anlamak gerek. Galaksiler, sınırsız uzay boşluğu, DNA sarmallarının karmaşık ve dudak uçuklatan yapısı, ve bütün bu varlığın anlamı... Günlük hayatın karmaşasının bize neler yaptığına, fotoğraftaki küçükler gibi "duru" olamayışımıza ağlamak gerek belki de. Olgular evrenini, anlamlar evrenine tercih ediş öykümüzün adı belki de "büyümek" oluyor. Hemen büyütmeyi vadeden kimyasal katkılı gıdalar da nitekim kendi "olgu"larını bize satarak para kazanmak isteyenlerin eseri değil mi?

    Küçük bir çocuğun bakışlarındaki duruluk, kanımca, bir kanıttır. Neyin kanıtı olduğuna varın siz karar verin...
    Yine Kırgızistan. Isık Göl yakınları...

    <$BloCuma, Temmuz 15, 2005

    <$Blo

    Oğuz Atay, Tutunamayanlar’ı 35 sene önce yazmış. O günden bugüne ne değişmiş diye soranları kendi muhasebelerini yapmaya davet ediyorum. Uzun ama kolayca okunan, akıcı bir metin.

    Müdürleri tanımaya imkan yoktur. İş sahipleri için onlar, sonsuz bilinmeyenli bir denklemdir. Hademeleri, sekreterleri aşmanın zorluğu, dairede bulundukları ve iş sahipleri için bulunmaz bir nimet olan o eşsiz saatlerin kısalığı, bu esrar perdesini korumalarını sağlar. Davranışlarındaki, önceden tahmini mümkün olmayan tutarsızlıklar, bilinmeyene olan saygıyı korur. Onları neşeli görürseniz ne yapacağınızı şaşırırsınız; diliniz tutulur. Devlet otoritesinin korunması bakımından asık surat gereklidir. Senli benli olmak, bu otoriteyi zayıflatır; devletin yüksek çıkarlarını tehlikeye sokar. İnsan, müdürlere, sinema, tiyatro, ya da daha samimi bir eglence yerinde rastladığı zaman dahi bu korkulu saygıyı üzerinden atamaz; onların da hepimiz gibi eğlenebileceğini bir türlü kabul edemez. Bu davranışlarında bile, bizlerin, iş sahiplerinin anlayamayacağı gizli, belirsiz yüksek bir anlam vardır. Ayrıca onları, eğlenmeye gelen öteki insanlarla karıştırırsanız, ertesi gün dairede bu yanılmayı oldukça pahalı ödersiniz. Bütün memurlar, şefler, evrakınızı tam istediğiniz gibi düzenlemişken, bütün mesele sadece bir formaliteden ibaret olan müdürün imzasına kalmışken, hatta zafer sarhoşluğuna kapılıp hademeyi bile kandırarak evrakı elinden almışken ve arkasında korkutucu şaşırtıcılıklar saklayan kapıyı yavaşça açıp o sakin mabetin içine girmeye, mahremiyetini bozmaya cesaret etmişken... birden bütün dünya yıkılır. İmzalamaz, efendim, imzalamaz. Israr ettikçe daha çok imzalamaz. On kere, yüz kere, bin kere imzalamaz. Israr etmezseniz, daha gölgeniz kapının eşiğinde kaybolmadan unutur sizi. Sizler geçicisiniz, o kalıcıdır. Adı değişse de, devletin sorumluluğunu taşımaktan hafifçe kamburlaşan sırtının eğimi değişse de, daha genç ya da ihtiyar olsa da aynı insandır. Hatırlayacaksınız dün de aynı mesele için rahatsız etmiştim. Hatırlamaz, bilmez. Unutmuştur, aklından silmiştir, ilgilenmez. Dün, "Peki imzalarız" dediği evrakı unutmuştur; imzalamaz. Fakat, dün imzalamadığını da unuttuğu halde bugün gene imzalamaz: devletin yüksek çıkarlarını bilen o sarsılmaz sezişiyle imzalamaz. İmzalamaz, efendim, imzalamaz. Belki ben değil de ilgili memur ya da hademe götürseydi... bu iş çıkardı belki. Hayır çıkmaz. Belki çıkardı. Bilinmez. Yıllarca inceleseniz tanıyamazsınız onu. Karakteri hakkında, tecrübeliler bazı tahminler yürütürler, bazı öğütler verirler size. O insan değildir ki devlettir, otoritedir. Soyut bir kavramdır. Kendi de bilir soyut kavramlığını. Hem de nasıl.

    Sonra... sonra, imzaladı, derler. Nasıl olur? Siz orada değilken, boş bulunduğunuz bir anda... başkasının rüyası gibi bir şey.. Çırpınırsınız: nasıl imzaladı, ne dedi, yüzü nasıldı? Dikkat etmemişlerdir, kaçırmışlardır. İşin önemini bilmezler ki, Bir şey demedi, derler. Nasıl demedi? Hiçbir şey demeyişi nasıldı? Nasıl olur da yüzüne bakmazsınız; gözlerinin ifadesİni kaçırırsınız o anda? Başımızı kaldırmaya cesaret edemedik. Geçmiştir, fırsat kaçırılmıştır. Oysa, bu sizin hayatınızdır, hayatınızın en büyük bölümünün oynandığı bir sahnedir. Bütün acıları çektiğiniz halde o mutlu anda bulunmazsımz. Oysa sayfalar, altına yazdığı küçük bir not, mİnimini bir soru işareti yüzünden kaç kere değiştirilmiştir; kaç kere baştan yazılmıştır. Resmi Gazete'de yayımlanmış kanunu bile yazıp getirseniz, ilk seferde geri çevirir. Hiçbir şey bulamasa, bir daktilo yanlışı bulur. Oysa, o daktilo olacak cahile en azından iki paket Yeni Harman almışsınızdır, yanlışsız yazsın ve ön sıraya alsın diye yazıyı. O da ne yapsın? Kusursuz olmak Allah'a mahsus. Öyle ya. Bir paket Yeni Harman daha. Telaşla yeniden yazar. Yazarken de müsveddeyi hazırlayan Şemsi Bey’in yazısını okuyamadığından yakınır. Makineden kağıdı koparırcasına alırsınız, hademeyi bile göğüsleyip odaya dalarsınız. İnsan kutsal yerlere bile bazen ne kadar hırsla girer. Boş koltuk bakar size: toplantıya gitmiştir, yani yandaki odaya gitmiştir. 0lmaz, rahatsız edilemez. Girilemez. Canım nasıl olur? Her dakika meşgul değil ya. Olmaz derler koro halinde hademeler, memurlar, şefler, sekreterler, müdür yardımcıları: giremeyiz, yapamayız. Bizi nasıl karşılayacağı belli olmaz, ne diyeceği belli olmaz, ne yapacağı BELLİ OLMAZ. Doğru, öyle ya ! Ya imzalamazsa ? Gördün mü derler hep bir ağızdan. Hemen sönersiniz, pişman olursunuz heyecanınızdan. Bir an kendini unutup Allah'a isyan eden günahkar bir kulun çöküntüsü. Büyük bir boşluğa düşersiniz. Koridorda, sizin gibi bahtsızlarla bir olup onun aleyhinde bulunmuş olduğunuzu düşünürsünüz acı acı. Küçük söylentilere kapılıp çekiştirdiğinizi hatırlarsınız onu. Oysa, onun hakkında her duyduğunuz bir tahminden ibarettir. Suçluluk duygusundan kurtaramazsınız artık kendinizi. Koridordaki yalnızlığınıza dönersiniz.

    Sonra... müdür değişir. Herkesi anlatılmaz bir sevinç sarar birdenbire. Eski müdürün yaptığı eziyetler bir bir anlatılır koridorda. Baskının sona erip hürriyet güneşinin doğduğu sanılır kısa bir süre. Yeni güneş ortalığı ısıtmaya başlar. Oysa doğan, tam bir anarşidir. Hademeler ve memurlar da tedirgin olur bu yüzden. Çılgın anarşistler gibi memurlara kafa tutarız. Zafer sarhoşluğuna kaptırırız kendimizi. Koridorlarda sigaraları yere atarız, hademelere bahşiş vermeyiz. Zamanında işe gelmeyen memurları, şefe şikayet ettigimiz bile olur. Kısacası, çileden çıkarız. Memurlar, bu güngörmüş kütle, sabırla, havanın yatışmasını, düzenin geri dönmesini beklerler. Bu geçici gerileme devresini, bize yeni eziyetler düşünmekle geçirirler. Tanrısal ihtiyatı elden bırakmazlar. Kabuklarına çekilirler. Yeni müdür dişlerini bilerken, onlar da kuzuların bayramını seyrederler ilgisiz gôzlerle. Vahşi hayvanların kurbanlarıyla ilişkilerine karışmazlar. "Vaziyet normale avdet edince" birer ikişer deliklerinden çıkarlar ve parçalanıp yutulmamızı da aynı ilgisizlikle karşılarlar. Arada bir, oramızdan buramızdan bir iki parça da onlar koparır. Orman kanunu Resmi Gazete'de yayımlanır ve yayımlandıgı tarihten itibaren de yürürlüğe girer. Aynı heyecanlar, aynı korkular, aynı bekleyişler, aynı çaresizlikler: bilinmeyen, gene aynı bilinmeyen. Koridorlarda gene aynı dolaşmalar, bakışmadan konuşmalar, konuşmadan bakışmalar; hademelere, parayı atınca çalışmaya başlayan o otomatik makinelere gene aynı yalvarmalar, aynı baş sallamalar. İniltiler, odaları, koridorları doldurur; yalnız müdürün kapısından içeri giremez. Insani zaaflara kapalı tek kapıdır o.

    Şefler öyle degildir. Onlara yaklaşabilirsiniz hatta, bazen bir meseleyi, iki eşit insan gibi, karşılıklı konuşup tartışabilirsiniz. Sigara ikram edilince alan şeflere bile rastlanmıştır. Bazıları size sigarasını dahi yaktırır. Bütün bu yakınlık göstermeler, onun görevini yapmasını engellemez. Ve elinizi masanın üstündeki dosyaya uzatmanızı hiç gerektirmez.

    Reşit Bey de, arkasında bir insan kuyruğuyla odaya girince masa hemen kuşatıldı; eller alışkın hareketlerle dosyalare uzandı, evrakını aradı. Bu saatte şefler bile nefes almaya bırakılmaz. Ögle tatili denilen canavar yaklaşmak üzeredir. Reşit Bey gene de başını kaldırdı, uzanan ellere baktı: eller çekildi. Bu kısa çekimserlik süresini kaçırmak istemeyen Turgut atıldı: "Benim işim iki dakikalık." Bu durumdakilere öncelik tanınır. Yer verdiler. "Evveliyatı" kısa olan işlere duyulan bir saygıdır bu. Turgut da kısaca "arzetti." İş sahipleri için çözüm ne kadar basittir. Tecrübesizler, hemen atılıp memurlara, şeflere yol göstermeye çalışıp, akıl öğretmeye kalkarlar. İşte canım, şu dosya: dolabın üstündeki. Dur bakalım: öyle kolay değil. Nereden biliyorsun? Bütün dosyalar birbirine benzer. Dosya numarası tutuyor mu? Bazı önemli işler için birden fazla dosya açılır. Bunu biliyor musunuz? Senin, bu dosyanın içine konurken gözünle gördüğün kağıt başka dosyadan çıkar. Sen dairenin esrarına akıl erdirebilir misin ? Sen her an dairede misin ? Her hareketimizi izliyor musun ?

    Turgut'un, meselesini duygulu bir açıklıkla anlatması, sessiz bir anlayışla karşılandı. "Bir de dosyasını görelim." dendi. Bakalım dediğin gibi mi ? Sesindeki duygululuğa kaptırmamalıyım kendimi. Biz ne insanlar gördük! Kılı kıpırdamadan yalan söyler. Ne korkunç! Selim duysaydı çok üzülürdü. Yalana dayanamaz da. Ben de onun arkadaşı Turgut Özben. Bizi tanıyor musunuz? Biz kimseyi tanımayız. Kimseye özel muamele yapamayız. Biliyorum: mezardan çıkıp gelse bile değil mi? Biliyorum. Kabahat bende. Daire oyununa Selim'i karıştırmamalıydım. Bu oyunu kurallarına göre oynamalıydım. İşte hademeyle dışarı çıktım. Adam durdu. Kurgusu bitti. İçine bir lira atmadan yürümez. Uzaklaşır gibi yapsam? Geri döndü, çıktığı odaya giriyor. Duruyorum. Hademe de durdu. Ona doğru gitsem? Bana doğru geliyor. Olmaz: savaşılmaz bu düzenle. Parayı, adamın ceketinin cebine attı. Elli kuruş atarsan, yavaş yavaş merdivenlerden çıkar. Bir lira verirsen asansöre biner. Her şey ne kadar düzenli. Bir vidasını değiştiremezsin. Selim dairede çalışırken ne yapardı acaba? Ne yapacak, herkesin işini görürdü; hademeler de memurlar da ondan nefret ederdi. Amir güçlük çıkarmazsa memur çıkarına bakamaz, memur güçlük çıkarmazsa hademe çıkarına bakamaz. Bütün düzen çığrından çıkar sonra. Düzen de çığrından çıkarsa, artık onu ne Hamlet düzeltebilir ne de Selim. Sonra bütün aile babaları ne yapar? Bir ev nasıl çevriliyor, sen biliyor musun Selim? Ya hesapta olmayan masraflar? Tahakkuktaki Basri Bey, karısı kürtaj yaptırdığı ay, tarifeyi iki misline çıkarmıştı. Aslında bir yolsuzluk yapmıyorlar. İşiniz biraz daha hızlı yürüyor o kadar. Bir çeşit fazla mesai. Güldü. Şimdi yanımda olsaydın, bütün bu meseleleri tartışsaydık. Birçok meseleyi askıda bırakıp gittin. Beni bıraktın bu makinenin çarkları arasında. Ben de dişlilere ceketimi kaptırdım. Eteğimin ucundan bağlandım bu düzene. Ceketi çıkarmadan olmaz. Ceket çıkarma talimatı da verilmedi daha. Çıkar üstündekileri, kurtul bu düzenden. Olmaz Selim: çırılçıplak kalırım sonra. Tutunacak bir yer bulamam sonra. Düşünceler göklere yükseliyor, fakat vücut toprağa bağlı. Tek tek koparılması kolay olan milyonlarca iplikle bağlı. Kör talih! Hademe dönmedi. Ben de arşive gitmeliyim. İkimiz daha kuvvetli oluruz..

    (Tutunamayanlar, Oğuz Atay, İletişim Yayınları, 35. Baskı, 2004, Sayfa:302-307)
    <$BloPerşembe, Temmuz 07, 2005

    <$Blo

    Bir insan şöhretin kötülüğünü hayat tecrübelerine dayanarak anlattığı bir kitabın kapağına neden kendi resmini -hem de sıradan değil, özenilmiş artistik bir pozunu- koyar ? Bu yetmezmiş gibi gazete reklamlarında da tanıtım, yazarın fotoğrafıyla yapılır ? Hem şöhreti zehirli bal olarak tanımlayıp olumsuz bir yere yerleştirmek hem de kendi şöhretini artırıcı eylemlerde bulunmak ne kadar tutarlıdır ? Kitabın içeriği güzel olabilir: Şöhretin büyük ihtimalle insanı yoldan çıkarma gerçeğine karşı yazarın doğru yoldan ayrılmama çabalarını da anlatıyor olabilir, ama insanın kendini bu kadar afişe etmesi içerikle çelişkili bir durum oluşturmuyor mu? Tamam, şöhret zehirli bal da, ben bu baldan yemeye doyamadım, demeye gelmiyor mu ?
    <$BloCuma, Temmuz 01, 2005

    <$Blo

    Macar edebiyatının önde gelen yazarlarından Ferenc Molnar (1878 Budapeşte-1952 New York), ülkemizde tek bir eseriyle tanınmaktadır. 1907'de yazdığı "Pal Sokağı Çocukları" adlı roman, Türkçe'ye ilk kez 1944 yılında çevrilmiş, sonrasında defalarca yeniden çevrilmiştir. Türkiye'de bir çocuk romanı olarak kabul edilen bu eser, aslında Budapeşte toplumunun bir analizidir. Molnar, bu romanında Macar başkentinin bir sokağında yaşayan çocukların, başka bir mahallenin çocuklarıyla, oyun alanı olarak kullanılan bir bıçkıhanenin arsası üzerindeki egemenlik mücadelelerini anlatmaktadır. Birinci Dünya Savaşı'nın tamtamlarının duyulduğu bu Avrupa tarih kesitinde, her iki mahallenin çocukları da askeri bir hiyerarşi içinde örgütlenmişlerdir ve Pal Sokağı'nın bütün çocukları subaydır, biri hariç; er Nemecek. "Kıt olan daha değerlidir" cinsinden bir mantık kuralının varlığına rağmen, er Nemecek, diğer bütün çocuklardan emir almakta, onların verdikleri bütün görevleri yerine getirmektedir. Ancak çok sayıda subaya tek bir er düştüğü için kimse statüsünün tadını çıkartamamakta ve sonuçta kural işlemekte, er Nemecek nadir ve değerli bir "meta" olmaktadır. Ferenc Molnar, bu kitapta oyun oynayan çocukların aynasında bir toplum analizi yapmakta ve aslında herkesin bir bakıma diğerleri üzerinde sırf unvanla yükselmeyi marifet saydığını göstermektedir.

    DON QUIJOTE'NİN SONU

    Cervantes'in ünlü Don Quijote'si de aslında soyu kurumakta olan bir türün son temsilcilerinden biri olmakla birlikte, sadece kendi ve sadık uşağı Sancho Panza için değerlidir. Don Quijote, İspanya'da artık yok olmakta olan hidalgo sınıfının kılıç artığı temsilcilerinden biridir. Hidalgo, İspanyolca'nın "hijo de algo" (bir şeyin oğlu) teriminin zaman içinde aldığı biçimdir ve soylu sınıfının en alt kesimini ifade eder. Bu kesimin üyeleri, soyluluğu belirleyen Don unvanını taşıma hakkının yanı sıra, vergiden bağışık tutuldukları için halkın üstünde bir statüye sahiplerdi. Bu üstünlük, çoğu kimsenin her yolu deneyerek bu unvanı elde etmek için uğraşmasına yol açıyordu. Bunun yanı sıra, özellikle 14. yüzyıldan itibaren soyluluğun ekonomik düzlemde gerilemeye başlamasıyla, Cervantes dönemine kadar çok sayıda büyük soylu hidalgoluğa düşmüştü, sonuçta İspanya nüfusunun yaklaşık yüzde 20'si hidalgolar ve ailelerinden meydana gelmekteydi. "Fakir ama soylu" hidalgolar, hiçbir iş yapmayıp yalnızca kasım kasım kasıldıkları için, sonunda gelişen burjuvazi karşısında yok olup gitti.

    Aynı dramı yaşayan Japon samuraylarının öyküsü de, Akira Kurosawa'nın 1954'te çektiği ünlü "Yedi Samuray" filminde patetik bir şekilde anlatılmıştır. Değişen ekonomik koşullar karşısında gerileyen ama ayrıcalıklı statülerine sıkı sıkıya bağlı kalan samuray sınıfından 7 tanesi, sonunda bitik bir köyü boğaz tokluğuna haydutlara karşı korumak üzere, köyün samurayları olurlar.

    Ülkemizde Red Kit olarak yeniden adlandırılan çizgi kahraman Lucky Luke'ün bir macerasında, hızlı zengin olmuş ama sonunda akli dengesini yitirmiş biri, kendine mini bir ordu kurar, bir kasabayı ele geçirir ve kendini Amerika İmparatoru ilan eder. Sonra kasaba halkına soyluluk unvanları dağıtır. Kasap dük olur, bakkal baron vs. Red Kit buna karşı çıkınca, "yeni soylular" onu hep birlikte kasabadan kovar.

    VIP (Very Important Person), çok önemli kişi anlamına gelen İngilizce bir kısaltma, genellikle standardı aşan özel bir hizmet türü anlamında kullanılıyor. Biz bu terimi daha çok uçak yolculuklarıyla ilgili olarak biliyoruz. Nitekim bir Ankara- İstanbul yolculuğu esnasında uçağın ilk 16 sırasının yani 96 kişilik yerin "VIP yolcular" tarafından doldurulduğuna tanık olmuştum. Her uçuşta bu rakama ulaşılmıyor ama ortalama yüzde 20'lik bir VIP oranının olduğu söylenebilir yani hidalgoların İspanya'ya oranı kadar.

    DİĞER ÜLKELERDE PARALI

    Başbakanlık Özel Kalemi'nin "özel talebi" sonucu Atasay Kuyumculuk'un sahibinin beraberinde iki futbolcuyla VIP'ten geçmesi basını nedense ilgilendirdi ve tartışma "VIP'ten geçmeye hakkı olanlar ve olmayanlar" noktasında düğümlendi. Oysa dünya uygulamasına, özellikle de bu işi icat eden İngiltere'nin konuya yaklaşımına baktığımızda görüyoruz ki, VIP bir yer hizmetidir, uçağı kapsamaz. Yani VIP'ten geçen yolcular önde oturmaz, önde oturmak için first veya business class bileti almak yani daha fazla para ödemek gerekir. İkincisi, VIP hizmeti paralıdır. İngiltere'nin 17 havaalanında VIP'ten yararlanmanın bedeli 16.5 pounddur ve kimseye istisna yapılmamaktadır . ABD'de ise "VIP pass" denilen biletler, özel firmalar tarafından satılmakta ve istenilen hizmete göre fiyatlar 12-50 dolar arasında olmaktadır.

    THY RAHATLASIN

    Türkiye'nin geçmişinde soyluluk yoktur. Tıpkı ABD'nin geçmişinde olmadığı gibi. Soyluluk, birçok tanımının yanı sıra, bir de "bazı ayrıcalıklara sahip olmak" diye tanımlanabilir. Soyluluğu tarihinde tanımayan ABD, ayrıcalığı para karşılığı elde ederken yani satın alırken, Türkiye'de bu işin bedeli devlete yani vergi mükelleflerine ödettirilmektedir. İstanbul-Ankara uçuşlarında VIP hücumu yüzünden business class'ı bir ara kaldıran THY canını sıkmasın, hidalgolar ve samuraylar nasıl kayboldularsa, bizim "VIP soyluları" da öyle kaybolacaklardır.

    Mehmet Ali Kılıçbay

    (SabahGazetesi Aktüel Pazar Eki, 26 Haziran 2005)

    <$Blo

    Ne düşündüğünü biliyorum, serseri. "Dünyanın dayanabilme gücünü yeteri kadar sınadım mı" diye düşünüyorsun. Pekala, sana gerçeği söyleyeceğim, bu kargaşada bunu ben de gözden kaçırdım. Fakat elimdeki nükleer başlıklı bombalarımla dünyanı başına yıkma gücüne sahip olduğumu düşünecek olursan, kendine şu soruyu sormalısın: "Kendimi şanslı hissediyor muyum?" Pekala, hissediyor musun, serseri?

    Kısa açıklama:
    Dirty Harry: Nükleer Tehdit.
    44 Magnum: Bombalar.
    Punk: G-8.
    Yoldan geçen masum adam: Bizler.