<$Blo
MODERN BİR BÜYÜ: TÜKETİM (*)Ütopyalar ve Felaketler:
Catastrophe, "felaket" sözcüğü Yunanca kökenli bir sözcük olup çoğunlukla “çarpıcı bir son” anlamında kullanılmaktadır. İnsan türünün yada gezegenin sonu elbette ki tam anlamıyla bir "felaket" olacaktır. Ve insanlığı bekleyen bir "catastrophe" bekentisi tarih boyunca var olmuştur. İskandinav mitolojisi, daha çok kuzeyli insanların güç hayat şartlarını yansıtan felaket öyküleri anlatır. İnsanoğlu bu öykülerde belirleyici rolü pek olmayan önemsiz varlıklardır. Oynanan evrensel dram tanrılarla devler arasında süren savaşla ilgilidir. Tanrılar bu savaşta devamlı bir yenilgi içindedirler. Buz devleri (İskandinavya'nın uzun, zalim kışları) asla yenilmez ve tanrıların birleşik kaleleri içinde yaşayan Loki (kuzey iklimlerinde son derece temel önemi olan ateş tanrısı) ateşin kendisi kadar güvenilmezdir. Ve sonunda, "tanrıların ölümcül kaderi" demek olan Ragnarok gelir. (Richard Wagner bu terimi Götterdämmerung yada "tanrıların alacakaranlığı" operasıyla meşhur etmiştir.)[1]
Peru'da bulunmuş 4.yüzyıla ait çömleklerde bir efsane dile getirilir. Bu efsaneye göre insan eliyle yapılmış herşey (çömlekler, tavalar, değirmenler...) ve tüm evcil hayvanlar insanlara karşı ayaklanacak ve bunun sonucu olarak roller değişecek. O zaman değirmenler kendilerini icat etmiş olanları öğütecek, çömlekler insanları kaynatacak, tavuklar insanları öldürüp tavalarda kızartacak... İnsanlığın, gelecekte herşeyin kötüye gideceğine dair beklentisi; geçmişte mitolojilerde ve dinlerde olduğu gibi, edebiyatta ve farklı sanat dallarında kendini bugün de göstermektedir.
Nicolas Berdiaeff, Aldous Huxley'in meşhur anti-ütopyası Brave New World (Cesur Yeni Dünya)'sının başlangıcında şöyle demektedir: "Ütopyaların gerçekleşme ihtimali evvelce zannedildiğinden çok daha fazladır. Bugün bambaşka bir dertli mesele karşısındayız: onların büsbütün gerçekleşmesini nasıl önlemeli? Ütopyalar gerçekleşebilir şeylerdir. Hayat ütopyalara doğru yürüyor. Belki de yeni bir çağ başlıyor, bir çağ ki aydınları, yetişkin sınıfları ütopyalardan kaçınmak ve ütopyalık olmayan daha az olgun ama daha hür bir cemiyete dönmek çarelerini düşünmeye dalacaklardır."[2]
En bilinen anti-ütopyalarda, Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya'sında, George Orwell'in 1984'ünde, Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451'inde ve son yılların popüler filmi Matrix'te ortak bir tema vardır: İnsanın özgürlüğünü yitirmesi. Matrix'i belki de bu kadar popüler yapan, ifade etmekte güçlük çektiğimiz bir "özgürsüzleşme"dir, kimbilir...
Cesur Yeni Dünya şöyle başlar:
"Sadece kırkdört katlı külrengi, bodur bir bina... Büyük metalin üzerinde şu yazılar var: İÇ LONDRA KULUÇKALAMA VE ŞARTLAMA MERKEZİ; çerçeve içinde de dünya devletinin şiarı: Topluluk, benzerlik, istikrar."
George Orwell'in 1984'ünde, her yerde yaptığınız herşeyi gözetleyen, sisteme uyup uymadığınızı kontrol eden, birey olarak sisteme ne kadar hizmet ediyor olduğunuzu merak eden "Big Brother" vardır. O'ndan kaçamazsınız ve O sizi her halinizle, durmaksızın izler.
Fahrenheit 451 kağıdın tutuşma sıcaklığıdır. İtfaiyeler yangınları söndürmek için değil kitapları yakmak için vardır. Çünkü kitaplarda eski dünyadan kalan aşk, özgürlük, nefret, kıskançlık, şefkat... Kısacası insana ait olan ne varsa, vardır. Ve yöneticiler sizi bütün o zararlı duygulardan uzaklaştırmak istemektedirler. Üstelik sizin iyiliğiniz için...
Ve Matrix'te Morpheus, Neo'ya sorar: "Gerçek nedir?... Sen bir hayal dünyasında yaşıyordun..."
Şimdi ütopyaları bırakıp yaşadığımız dünyaya gözlerimizi çevirelim. Postmodernite dediğimiz şeyin bir anti-ütopyadan farklı olmadığını görmemiz zor olmayacak. Nicholas Berdiaeff'in gerçekleşmesinden korktuğu şey, belki de artık gerçek oldu! Ve bütün anti-ütopyalarda yaşayan sıradan karakterler, yaşadıkları evrende nasıl bir düzen kurulmuş olduğundan habersiz, son derece mutlu, adeta uyuşmuş bir halde, kendilerinden, toplumlarından ve hayatlarından memnun yaşayıp gidiyorlarsa, bugünün insanları olan bizler de, kendi ütopyamızdan habersiz "bir şekilde" yaşayıp gidiyoruz... Şartlandığımız, şartlandırıldığımız ihtiyaçlarımızı karşılamak en büyük sorunumuz. İhtiyaç kavramının başkaları tarafından tanımlandığının farkında değiliz. Aslında, gerçekten ihtiyacımız olmayan şeyleri, satın almadığımız bir gün bile neredeyse yok. Çünkü bilinçaltımıza yıllar boyu yerleşmiş sabit inançlarımız var: "satın alıyorum, öyleyse varım". Zaman zaman tüketim çılgınlığından bahseden makaleler okuyoruz, açık oturumlar izliyoruz, halimize hayıflanıyoruz ama tüketmediğimiz zaman mutsuz olmaktan bir türlü kurtulamıyoruz.
John Carpenter'ın "They Live" adlı filminde dünyanın her yanını sarmış tüketim çılgınlığının, tüketim toplumu oluşumuzun sebebi olarak farkında olmadığımız bir uzaylı istilası olduğunu izlemiştik. Belki de suçu uzaylılarda değil de kendimizde aramak daha doğru olur...
Doğu-Batı Karikatürü:
Sanayi devriminin ardından batılı toplumlar başta olmak üzere, insanlık olarak "Modernite" ile tanıştık. Moderniteyi ve onun sonrasında bugünlerde kendisinden hep söz edilen postmoderniteyi anlayabilmek için sanayi devrimini, hatta onun da öncesinde Rönesansı iyi anlamak, doğru yorumlamak, özellikle de madde ve insan ilişkisi ve bu ilişkinin gelişimini iyi çözümlemek gerekir. Bu noktada altı çizilmesi gereken bir nokta var: "Batı" kökenli sorunlardan ve sonuçlarından söz
ediyoruz. Son yüzyılların egemen paradigması ve sorunları, küresel boyuta ulaştığı için "Batı"nın sorunları artık bütün dünyanın sorunları... Bir paradigmanın sorunlarını o paradigmanın içinde kalarak çözmenin imkansızlığına dair görüşlerinde, bilim felsefecisi Thomas Kuhn'a katılmamak elde değil. Madde ve insan ilişkisine ait temel kavramları ilk kez tanımlandıkları Antik Ege'de aramaya başlayabiliriz:
Ege Havzası gerek iklim gerekse yerleşim açısından dünyanın en elverişli bölgelerinden biriydi. Bütün doğa, insanlara dünyanın başka bir yerinde olmadığı kadar cömert davranıyordu. İnsanlar maddesel zenginlik içindeydiler. "Dağlarından yağ, ovalarından bal akan" bu coğrafyadaki temel sorun, temel ihtiyaçları karşılayabilmek değil zaten mevcut olan maddesel zenginlikleri düzenlemek, insanlar arasında paylaşmak, yani varlık içinde yaşarken, kavramsal düzenlemeler yapabilmekti. Ege kıyılarında topraktan yılda neredeyse dört ürün alınıyordu. Bu sayede bölge insanları, sistematik anlamda ilk bilimsel fikirleri ortaya atabilmek için fırsat bulabiliyordu. Tarım alanlarını bölüşebilmek için geometri gerekiyordu, verimliliği arttırabilmek için mevsimleri çok iyi anlamak, dolayısıyla Babillilerin yaptıkları ayrıntılı gökyüzü gözlemlerini çözümleyebilmek gerekiyordu. Ve böylece bilim doğdu. Bütün bu gelişmelerin altında maddesel zenginliğin getirdiği maddesel kavramlar vardı. Materyalizme ait ilk fikirler Trakya’da kurulu bir kent olan Abdera’da Demokritus tarafından ortaya atıldı. Ege Okulu daha sonraları İslam coğrafyasını oradan da Rönesansı etkilemeyi başardı.
Doğu’da, hatta Uzak Doğu’da ise durum biraz daha farklıydı. İklim ve toprak Ege’de olduğu gibi cömert değildi. İnsan toplulukları maddesel zenginlikten uzak bir hayat yaşıyorlardı. Bunun sonucu olarak da Mezopotamya’nın önemini yitirmesinin ardından bugünkü İran ve doğusunda kavramsal merkeze, maddesel olanı koymak için gereken maddesel zenginlikler yoktu. Doğu’da insanlar “olmayan”ı önemsizleştirmek için içe döndüler ve insan doğasının inceliklerini kavramaya yöneldiler. Bunun sonucunda da spiritual disiplinler yaygınlaştı. “Ruh” öne çıktı.
İnsan doğasının temel ikilemlerinden olan beden-ruh ayrılığı belki de insanlık tarihinin de çok genel anlamda, bir özeti oldu. Rönesans ve ardından gelen sömürgecilik dönemi ve sanayi devrimi, hep Batı düşüncesinin maddesel merkezli düşünüşünün sonuçlarıydı. “İhtiyaç” kavramı maddesel zenginliğin artmasıyla yeniden tanımlandı. Sonu gelmeyen ihtiyaç zincirleri oluştu. Evi olan, daha büyük bir ev istemeye başladı. Karnı doyan, paylaşmak yerine farklı tatlar aramanın peşinden koştu. Kavramsal anlamda bu duruma çözümler arandı ama ne hıristiyanlığın ruhsallığı çözüme yeterli oldu ne de aynı paradigmanın bir uzantısı olan Malthus’çu felsefeler. Teknolojik gelişmeler başdöndürdü ve insanoğlu eski dünyanın yalınlığından uzak, kafası karışmış, panik içinde buluverdi kendini... Hedonist bir küresel toplum artık doğmuştu. Bu şekilde batı-doğu karikatürü de tamamlanmış oldu.
Bir Büyü:
Kutsal kitaplardaki bazı öykülerde anlatılır; Firavun’un çevresini saran büyücüler yaptıkları büyülerle, saraydakiler de dahil olmak üzere bütün halkı büyülüyorlardı. Bu büyüler: Eğlendiriyordu. Unutturuyordu. Korkutuyordu. Şaşırtıyordu.
Bugün çok uzağa gitmeden kendi hayatımıza gözlerimi çevirdiğimizde zaman zaman eğlendiğimizi, kimi zamanlar unuttuğumuzu, korktuğumuzu ve şaşkınlıklar içinde kaldığımızı görüyoruz.
Haz için yaşayan topluluklar haline geldik yada yavaş yavaş geliyoruz. Bütün insanlık için geçerli bu. Yaşadığımız ülkede hiç yetişmeyen çok değişik besinlere artık kolayca ulaşabiliyoruz. Devasa marketlerimizde değişik lezzetler, binbir türlü tatlandırıcılarla rengarenk ambalajları içinde sunuluyorlar. Televizyonda hergün değişik bir ürünü alıp, değişik haz hallerine girmiş insanları izliyoruz. Hergün yeni bir ürün çıkıyor. Aslında yeni bir ürün değilse de yeni bir sunuş şekliyle karşımıza çıkıyor. Eğlenmek istiyoruz. Durmadan, ara vermeden eğlenmek istiyoruz. Şileplerin içine sıkış tepiş “daha rahat bir hayat sürmek için” istiflenmiş kaçak göçmenlere ait görüntüler akşam yemeğimiz sırasında karşımıza çıkıveriyor ve ya kanalı değiştiriyoruz ya da “duygusal” bir müzikle sunulan bu ve benzeri büyük trajedileri bir iki “vah vah”la tüketiveriyoruz. Çöplerin içinde yatan yaşlı bir kadının dramı belki de “acar” bir muhabirin rutin mesleki çabası oluveriyor. Gerçek dramlar, trajediler akşam yemeğinde değişik soslarla önümüze konuyor, biz de tüketiyor ve kanıksıyoruz. Duyarsızlaşıyoruz. Haber sonrası eğlenceli bir dizi, bizi bekliyor çünkü. Hedonizm merkezli hayatlarımız her an tüketecek yeni haz malzemeleri arayışı içine giriyor. Hedonizm (hazcılık), “tüketim egemenleri”nin kitle iletişim araçları ile tüm dünyaya yaydıkları en genel mesaj. Hedonizm mesajlarının odağında Anglo-Sakson toplumları var. En büyük bombardımana onlar maruz kalıyorlar. Dünyadaki geri kalan toplumlara da önce Anglo-Sakson toplumlarına benzemek sonra hedonist olmak kalıyor. Hatta belki başka bir bakış açısıyla hedonist olabildiğimiz kadar Anglo-Sakson olabiliyoruz.
Sıradan bir günde TV’lerde yayınlanan reklam filmleri ve içerdikleri mesaj/anlamlarla ilgili bir derleme yapılsa ortaya hedonizmin farklı kimliklerle karşımıza çıktığını görmemiz zor olmayacak. Varoluşçuluktan cımbızla seçilmiş gibi ödünç alınmış sloganlar reklamcılığın felsefesini oluşturuyorlar. Arabasını fetiş yapacak kadar seven insan tiplemeleri, yerleşik ahlak yargılarını ve toplumsal uzlaşılara meydan okuyan içi boş isyankarlık, tamamen “yalan” üzerine kurulu gençleştirici kremler, çocukları şipşak büyüten ultra formüllü gıdalar, üzerindeki özelliklerin yüzde onunu bile kullanmayacağınız cep telefonları, fetişten öte totem haline gelen markalar ve logoları, içince birden bire dünyanın en muhteşem insanına dönüşüverdiğiniz gazlı içecekler... Nasıl olduğunuzun değil, nasıl göründüğünüzün önemli olduğu bir dünya... Toplumsal statü edinebilmek için başka bir şey değil sadece “diğerleri” gibi görünmeniz gereken bir dünya... Hergün varlığının farkına bile varmadığınız ihtiyaçlarınızı keşfettiğiniz ve bir an önce o ihtiyaçları karşılamak için harekete geçmeniz gereken bir dünya. Savaşın bile, terörün bile bir tüketim malzemesi olduğu bir dünya. Terörden, savaştan, ölümden, fakirlikten korkarak kendinizi bir alışveriş merkezinin ışıltılı ve sıcak kucağına atmak isteyeceğiniz bir dünya.
Geçmişte kalan ve bir yerlerde hatırlanmayı bekleyen sisli hatıralara benzeyen kavramlar var... Yetinmek. Fedakarlık. Paylaşmak. Diğergamlık... İndividualist çılgınlıkta hatırlanmayı bekleyen kavramlar. Dünyadaki tüketimi büyük yüzdelerle gerçekleştiren mutlu azınlıklar ve “Beyaz adam toprağımızı satın almak istiyor. Toprağı nasıl satın alabilirsiniz ki? Ya da havayı?” diyen Geronimo benzeri müstağni ama aç bir çoğunluk...
Karşı büyü:
Peki ne yapmalı? Öncelikle büyünün farkına varmalı. Büyüyü bozmanın ilk adımı büyülendiğini farketmek olsa gerek. Ardından ikinci adım da, yazıda kabaca değinmeye çalıştığımız, tüketim büyüsünün dayandığı temel kavramlara savaş açarak büyünün üstesinden gelmek olacaktır.
Carpenter’ın They Live adlı filminde olduğu gibi bir gözlük icad edebilseydik belki de filmdeki karakterler gibi gözlüğü taktığımızda çevremizin kaba sloganlarla çevrili olduğunu görecektik:
“İtaat et.”
“Çoğal.”
“Bu senin tanrındır.” (paranın üzerinde)
“Satın al.”
“Satın aldıkça mutlu olacaksın.”
“Asla yetinme.”
“Hep daha fazla iste.” (bunların maddi istekler olduğunu belirtmeme gerek yok)
Ne var ki çevremizi saran tüketim çılgınlığının buyurucu komutlarını deşifre edebilecek mucizevi gözlüklerimiz yok. O halde büyünün, öncelikle etkisinden kurtulmak için hedonizm ile mücadele etmek gerekecek. Kendi hayatımızda hedonizmin etkilerinin farkına varabilmeli. Belki sanatın ve ruhsal duyarlılığın kapıları bu şekilde açılacaktır.
[1] Isaac Asimov, İnsanlığın Geleceği, Cep Kitapları
[2] A.Huxley, Yeni Dünya, M.E.B. Yayınları
(*) Bu yazı Bilim ve Gelecek Dergisi'nin, Şubat 2005 sayısında yayınlanmıştır. Yazarı benim, yani
Gökhan Yorgancıgil
<$BloYorum Gönder